“Biri Josef K.’ya iftira atmış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı.” Franz Kafka’nın en önemli eserlerinden biri olan Dava (Der Prozess) bu cümleyle açılır.
Erişilmez bir otorite tarafından kendisine yöneltilen, ne olduğunu asla öğrenemediği bir suçlamaya maruz kalan Josef K. ve onun başına gelenler hem totaliter rejimlerin yarattığı kabus ortamına eleştiri hem de Nazi Almanya’sına dair getirdiği önsezi açısından yorumlanıp okunmuştur çoğunlukla. Josef K.’nın suçunun ne olduğunu bilmediğimiz gibi, hangi ülkede yaşadığını, hangi dinden olduğunu da bilmeyiz. Emin olduğumuz şey suçsuzluğu ve iftiraya uğraşmış olmasıdır. Hukuk ve devlet kurumlarının insanlık dışı öldürücü doğasıdan ve bürokratik hiyerarşiden yapılma bir labirentin içinde sıkışmıştır. Kafka’nın diğer eserlerinden aşina olduğumuz “baba tiranlığı ve tahakkümü” teması Dava’da devlet otoritesi suretiyle karşımıza çıkmıştır.
Kafka’da Yahudilik ve Evrensellik
Yapıtlarında Kafka’nın Yahudi kimliği temel çıkış noktası olabilir; ama o kaleminin getirdiği müphemlikle sorunsalı evrenselleştirmiştir. Böylelikle Josef K’yı yabancı, göçmen veyahut mevcut iktidarın düşmanlaştırdığı, ötekileştirdiği herhangi bir kimlikle de okuyabiliriz. Marksist filozof ve sosyolog Michael Löwy 2009 yılında yayımladığı “Franz Kafka’s Trial and the Anti-Semitic Trials of His Time” makalesinde romanın Yahudi boyutundan evrensel içeriğine giden ögelerini tartışır, Kafka’nın ileri görüşlülüğünün hakkını yememekle birlikte şahit olduğu dönemin tarihsel olgularına da atıfta bulunur.
Makaleye göre, devlet adaletsizliğinin göstergesi 4 antisemitik dava Kafka’da iz bırakmıştır. Bu davalar Tisza Davası (Macaristan, 1882), Dreyfus Davası (Fransa, 1894-1899), Hilsner Davası (Çekoslavakya, 1899-1900) ve Beilis Davası’dır (Rusya, 1912- 1913). Görüldüğü üzere devlet yapısı ya da yönetimi arasında farklılıklar olması antisemitizmi engelleyememiştir. Mutlakiyet, anayasal monarşi ya da cumhuriyet fark etmeksizin uğradıkları antisemitik iftiralar sonucunda ya uzun mahkumiyetler almış ya da korkunç bir şekilde infaz edilmiş suçsuz insanlar vardır.
Macaristan’da Bir Dava
Bu davalardan ilki Tisza Davası Kafka’nın doğduğu yıl gerçekleşmiştir. Macaristan’ın kuzeyinde küçük bir Yahudi köyünde hizmetçilik yapan 14 yaşındaki bir kız aniden ortadan kaybolur. Aramaların sonuçsuz kalmasıyla köydeki 15 Yahudi suçlanır. Olay ülke çapında büyük sansasyona neden olmuştur, içlerinde devlet yetkililerinin de olduğu Yahudi karşıtı kişiler kara propagandaya başlar. Hizmetçi kızın ritüel bir cinayete kurban gittiği, Pesah öncesi kanının akıtıldığı iftirası her yeri sarar ve olayla alakası olmayan kişiler suçlanır. “Sapkın” Yahudilerin ülkeden derhal kovulması talep edilir. Nihayetinde Yahudi köylülerin cinayetle alakası olmadığı ortaya çıkar. Bu davaya dair Kafka’nın düşüncelerine nişanlısı Felice’ye 1916’da yazdığı bir mektupta rastlarız: Kafka olayı yazar Arnold Zweig’ın yazdığı “Macaristan’da Ritüel Cinayet” isimli Tisza davasına ithaf ettiği tiyatro oyunundan okumuştur. Eserin davanın belgelerinden yararlanılarak çok etkileyici bir biçimde uyarlandığını, okumaya başladıktan bir müddet sonra esere ara verip yıllardır ağlamadığı kadar ağladığını yazmıştır.
Dreyfüs Davasına gelecek olursak, Löwy Kafka’nın yazılarında nadiren bu olaya değindiğini ve tam olarak dava hakkında ne düşündüğünü bilmediğini yazmış. Sadece 1922 yılına ait bir mektupta yakın arkadaşı Max Brod’a Dreyfüs’ten bahsettiğini belirtmiş. Neticede bu travmatik davadan haberdar olmaması ve (Yahudi olan ya da olmayan pek çok kişi gibi ) etkilenmemesi mümkün değil.
Hilsner Davası ise Kafka’nın 16 yaşında olduğu 1899 yılına aittir. Delil yokluğuna rağmen yine bir “ritüel cinayet” iftirası yüzünden hakkında ölüm cezası verilen Çek Yahudisi Leopold Hilsner dönemin demokrat yöneticisi (ki ilerleyen yıllarda Çekoslovakya’nın ilk Cumhurbaşkanı olacaktır) Tomas Masaryk’in başlattığı kampanya sayesinde hayatını kurtarabilmiştir. Kafka’nın Hilsner davasından Milena’ya yazdığı mektuplarda bahsettiğini görürüz. Bahsi geçen mektupta halkların ritüel cinayetlere nasıl inanabildiğini anlayamadığını, antisemitik önyargıların irrasyonelliği karşısında hissettiği küçümsenmeye kadar pek çok detay mevcuttur.
Kiev ve Rusya
Son dava Kiev’de yaşayan Yahudi kunduracı Mendel Beilis ile alakalıdır. 1913 yılına ait bu davadan Kafka’nın çok etkilendiğini söylüyor M. Löwy. Olay Rus Çarlığında yaşayan Yahudilerin hiçbir haklarının olmamasının, toplumsal dışlanmışlıklarının ve devlet kıyımına uğramalarının örneğidir. “Ritüel cinayet” iftirasıyla yıllarca hapis yatan Beilis hakkında Kafka’nın bir hikaye yazdığını ama ölümden kısa bir süre önce bu hikayeyi yaktığını biliyoruz.
Antisemitik davaları evrenselci yorumu ile Dava’yı yeniden okuyunca Kafka’nın hukuk /devlet sisteminin işleyişini kurbanların gözünden anlatabilmeyi başardığını anlarız. İftiranın tüm perişanlığına rağmen en sade haliyle ironik kabus tasvirleri, sabahın erken saatlerinde suçsuz insanların evlerinde beliren hukuk devleti, sınırlarını hiç unutturmaz. Tıpkı Josef K.’nın hayatının değeri olmadığını unutturmayan sistemin Dreyfüs’ün, Hilsner’in, Beilis’in ve pek çok masum insanın hayatlarını değersizleştirilmeye çalıştığını unutturmadığı gibi.
“Biri Josef K.’ya iftira atmış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı.” Franz Kafka’nın en önemli eserlerinden biri olan Dava (Der Prozess) bu cümleyle açılır.
Erişilmez bir otorite tarafından kendisine yöneltilen, ne olduğunu asla öğrenemediği bir suçlamaya maruz kalan Josef K. ve onun başına gelenler hem totaliter rejimlerin yarattığı kabus ortamına eleştiri hem de Nazi Almanya’sına dair getirdiği önsezi açısından yorumlanıp okunmuştur çoğunlukla. Josef K.’nın suçunun ne olduğunu bilmediğimiz gibi, hangi ülkede yaşadığını, hangi dinden olduğunu da bilmeyiz. Emin olduğumuz şey suçsuzluğu ve iftiraya uğraşmış olmasıdır. Hukuk ve devlet kurumlarının insanlık dışı öldürücü doğasıdan ve bürokratik hiyerarşiden yapılma bir labirentin içinde sıkışmıştır. Kafka’nın diğer eserlerinden aşina olduğumuz “baba tiranlığı ve tahakkümü” teması Dava’da devlet otoritesi suretiyle karşımıza çıkmıştır.
Kafka’da Yahudilik ve Evrensellik
Yapıtlarında Kafka’nın Yahudi kimliği temel çıkış noktası olabilir; ama o kaleminin getirdiği müphemlikle sorunsalı evrenselleştirmiştir. Böylelikle Josef K’yı yabancı, göçmen veyahut mevcut iktidarın düşmanlaştırdığı, ötekileştirdiği herhangi bir kimlikle de okuyabiliriz. Marksist filozof ve sosyolog Michael Löwy 2009 yılında yayımladığı “Franz Kafka’s Trial and the Anti-Semitic Trials of His Time” makalesinde romanın Yahudi boyutundan evrensel içeriğine giden ögelerini tartışır, Kafka’nın ileri görüşlülüğünün hakkını yememekle birlikte şahit olduğu dönemin tarihsel olgularına da atıfta bulunur.
Makaleye göre, devlet adaletsizliğinin göstergesi 4 antisemitik dava Kafka’da iz bırakmıştır. Bu davalar Tisza Davası (Macaristan, 1882), Dreyfus Davası (Fransa, 1894-1899), Hilsner Davası (Çekoslavakya, 1899-1900) ve Beilis Davası’dır (Rusya, 1912- 1913). Görüldüğü üzere devlet yapısı ya da yönetimi arasında farklılıklar olması antisemitizmi engelleyememiştir. Mutlakiyet, anayasal monarşi ya da cumhuriyet fark etmeksizin uğradıkları antisemitik iftiralar sonucunda ya uzun mahkumiyetler almış ya da korkunç bir şekilde infaz edilmiş suçsuz insanlar vardır.
Macaristan’da Bir Dava
Bu davalardan ilki Tisza Davası Kafka’nın doğduğu yıl gerçekleşmiştir. Macaristan’ın kuzeyinde küçük bir Yahudi köyünde hizmetçilik yapan 14 yaşındaki bir kız aniden ortadan kaybolur. Aramaların sonuçsuz kalmasıyla köydeki 15 Yahudi suçlanır. Olay ülke çapında büyük sansasyona neden olmuştur, içlerinde devlet yetkililerinin de olduğu Yahudi karşıtı kişiler kara propagandaya başlar. Hizmetçi kızın ritüel bir cinayete kurban gittiği, Pesah öncesi kanının akıtıldığı iftirası her yeri sarar ve olayla alakası olmayan kişiler suçlanır. “Sapkın” Yahudilerin ülkeden derhal kovulması talep edilir. Nihayetinde Yahudi köylülerin cinayetle alakası olmadığı ortaya çıkar. Bu davaya dair Kafka’nın düşüncelerine nişanlısı Felice’ye 1916’da yazdığı bir mektupta rastlarız: Kafka olayı yazar Arnold Zweig’ın yazdığı “Macaristan’da Ritüel Cinayet” isimli Tisza davasına ithaf ettiği tiyatro oyunundan okumuştur. Eserin davanın belgelerinden yararlanılarak çok etkileyici bir biçimde uyarlandığını, okumaya başladıktan bir müddet sonra esere ara verip yıllardır ağlamadığı kadar ağladığını yazmıştır.
Dreyfüs Davasına gelecek olursak, Löwy Kafka’nın yazılarında nadiren bu olaya değindiğini ve tam olarak dava hakkında ne düşündüğünü bilmediğini yazmış. Sadece 1922 yılına ait bir mektupta yakın arkadaşı Max Brod’a Dreyfüs’ten bahsettiğini belirtmiş. Neticede bu travmatik davadan haberdar olmaması ve (Yahudi olan ya da olmayan pek çok kişi gibi ) etkilenmemesi mümkün değil.
Hilsner Davası ise Kafka’nın 16 yaşında olduğu 1899 yılına aittir. Delil yokluğuna rağmen yine bir “ritüel cinayet” iftirası yüzünden hakkında ölüm cezası verilen Çek Yahudisi Leopold Hilsner dönemin demokrat yöneticisi (ki ilerleyen yıllarda Çekoslovakya’nın ilk Cumhurbaşkanı olacaktır) Tomas Masaryk’in başlattığı kampanya sayesinde hayatını kurtarabilmiştir. Kafka’nın Hilsner davasından Milena’ya yazdığı mektuplarda bahsettiğini görürüz. Bahsi geçen mektupta halkların ritüel cinayetlere nasıl inanabildiğini anlayamadığını, antisemitik önyargıların irrasyonelliği karşısında hissettiği küçümsenmeye kadar pek çok detay mevcuttur.
Kiev ve Rusya
Son dava Kiev’de yaşayan Yahudi kunduracı Mendel Beilis ile alakalıdır. 1913 yılına ait bu davadan Kafka’nın çok etkilendiğini söylüyor M. Löwy. Olay Rus Çarlığında yaşayan Yahudilerin hiçbir haklarının olmamasının, toplumsal dışlanmışlıklarının ve devlet kıyımına uğramalarının örneğidir. “Ritüel cinayet” iftirasıyla yıllarca hapis yatan Beilis hakkında Kafka’nın bir hikaye yazdığını ama ölümden kısa bir süre önce bu hikayeyi yaktığını biliyoruz.
Antisemitik davaları evrenselci yorumu ile Dava’yı yeniden okuyunca Kafka’nın hukuk /devlet sisteminin işleyişini kurbanların gözünden anlatabilmeyi başardığını anlarız. İftiranın tüm perişanlığına rağmen en sade haliyle ironik kabus tasvirleri, sabahın erken saatlerinde suçsuz insanların evlerinde beliren hukuk devleti, sınırlarını hiç unutturmaz. Tıpkı Josef K.’nın hayatının değeri olmadığını unutturmayan sistemin Dreyfüs’ün, Hilsner’in, Beilis’in ve pek çok masum insanın hayatlarını değersizleştirilmeye çalıştığını unutturmadığı gibi.
Paylaş: