Arşiv Makaleler

Tek travma, çift tanıklık: Georges Perec ve Holokost – Kamar Ararat Kalpakçiyan

Fransız yazar Georges Perec yaşasaydı, bugün 80 yaşında olacaktı. 1982 yılında, 45 yaşındayken hayata gözlerini yumduğunda Fransız Edebiyatı, belki de dünya edebiyatı tarihin en enigmatik yazarına veda ediyordu. 

Perec1

Nispeten genç bir yaşta hayata veda ederken edebiyat tarihine çok büyük izler bırakan Perec’in hayatı aslında hiç de kolay başlamamıştı. Ailesi 1920’lerde Polonya’dan Fransa’ya göçmüş Yahudilerdi. İkinci Dünya Savaşı’na Fransız ordusundan katılan babası 1940 yılında cephede ölürken, annesine ne olduğu tam olarak bilinmemektedir. Tahminlere göre 1943 yılı civarında muhtemelen Auschwitz kampında o da Nazizmin zulmüne kurban gitmiştir. Yaşadıkları ve kaybettikleri, bir çocuğun anlamakta oldukça güçlük çekeceği türden şeylerdi. Belki de bu yüzden, eserlerini kolayca anlaşılamayacak oyunlarla doldurdu hep.

Söz gelimi, “e” harfini hiç kullanmadığı La Disparition, uzun süre eleştirilmiş, lipogram stilinin kullanıldığı anlaşıldıktan sonra alkışlanmaya başlanmıştır. Kendi adında 4 adet bulunan “e” harfinin 300 sayfalık bir romanda bir kez bile kullanılmamış olması, yazarın ortadan kaybolma, yok olma eğilimine bir işaret olarak yorumlanabilir. Gelin, Nazi zulmünden bu kadar etkilenmiş yazarın bu eğilimini biraz anlamaya çalışalım.

Georges Perec, Holokost’tan kurtulmuş olmasını, aslında annesinin öngörüsüne ve başvurduğu bir hileye borçludur. Annesi kampa gönderilmeden kısa bir süre önce yaklaşan tehlikenin boyutunu anlar ve oğlunu sakatmış gibi tıbbi bir konvoya yerleştirip dönemin tarafsız bölgelerinde bulunan akrabalarına gönderir. Yazar bu olayı W ou le Souvenir d’Enfance kitabında şöyle anlatır: “Anneme dair bana kalan tek anı, beni Lyon Garı’na götürüp Kızıl-Haç konvoyuyla Villard-de-Lans’a gönderdiği güne aittir: herhangi bir kırığım bulunmamasına rağmen kolum eşarba sarılıydı.” Bu kitap da kurgusunun örülüş sekliyle, Nazizmin zulmüne tanıklık eden edebi eserler arasında önemli bir yere sahiptir.

Roman birbirine alternatif iki öykünün iç içe geçmesinden oluşuyor. Öykülerden biri yazarın çocukluğundan beri kurguladığı hayal ürünü W, diğeriyse yazarın hem bir çocuk gözünden, hem de bir yetişkinin kaleminden aktardığı otobiyografisidir. Her iki kısım da Nazizmin karanlığını gözler önüne serer. W, sporun her şeyin merkezi olduğu bir adadır. Aynı Nazizmde olduğu gibi bedensel mükemmelliğe çok büyük önem verilmektedir. Sadece en iyiler kazanmaktadır, en iyi olamayanlarsa işkence, tecavüz ve ansızın ortadan kaldırılmanın da bulunduğu kabul edilemez uygulamalara maruz kalmaktadırlar. Öykünün sonuna kadar en iyi olmayanların dahi bedensel olarak çok güçlü olduklarından bahsedilir.

Otobiyografik kısımsa zaten tamamen İkinci Dünya Savaşı ve özellikle de Nazizimden duyulan korku ve endişenin gölgesinde geçen bir çocukluğu anlatır. Hikâyelerin sonundaysa, W ve gerçek dünyanın aslında aynı yer olduğu ve bedensel olarak mükemmel betimlenen insanların aslında Nazi yöneticilerinin önünde oyunlara zorlanan ve ayakta durmakta bile güçlük çeken Yahudi ve başka kökenden insanlar olduğu ortaya çıkar. Yani yazarın çocukluğundan beri kurguladığı bu öykü aslında, konuşulanlardan duyduğu, ama bir çocuğun anlamakta zorlanacağı zulümleri biriktirip farklı bir şekle dönüştürme isteğidir.

Anne ve babasını neredeyse hiç tanıyamamış ve akrabalarının onu evlat edinmesiyle hayata bir şekilde tutunabilmiş bir çocuktur Georges Perec. Kıl payı Nazizmin kıskacından kurtulmuş olsa da hayatı bu travmanın etkisinden hiç kurtulamamıştır. Bu özelliğiyle de, dünyanın farklı noktalarında, tarihin farklı dönemlerinde çeşitli zulümlerden kurtulabilmiş insanların, aslında ne kadar ağır bir yükün altında ezildiklerini gözler önüne sermektedir.