Eski zamanların Kadıköy’ünde, İskele sokakta anneden kalma evinde yalnız yaşardı Katya. Yazları bazıları adaya giderken, o kuzey rüzgârlarına doğru Yeldeğirmeni’ne akraba ziyaretine gelir, ahşap evlerin soğuğuna karşı da şalına sarınırdı. Tant Beki’yle dertleşirken, yorgun argın Onkle David attar dükkânından baharat kokularıyla gelirdi. Lodosun esmediği, balığın çok çıktığı günlerde okkası kırk kuruşa satılan yeskumrularla eve döner, yemekte de mütareke yıllarını anlatırdı.
Sonradan attar dükkânlarından çok eczahanelere rağbet artınca, onkle, ilk sivil Osmanlı eczacısı olan yaşlı Moiz’in yanında çalışmaya başlayacaktı.
Katya yoksul esnafa sosyal yardım ve sermaye sağlamak için kurulmuş yardım derneğinde, Aziziye sokağının sağ köşesindeki, havagazı ile aydınlatıldığı için dikkat çeken beyaz evde gönüllü çalışırdı.
O günlerden biriydi, masasının üzerinde bir zarf buldu. Zarfın üzerinde küçük harflerle kendi ismini gördü. İçinden iki kere okudu:
Anneannem anılarla doludur hasta yatağında,
bir boyoz yapmayı özler, bir de tığ işi,
sayıklar durur Atatürk’ün gözlerini.
Dedem Aşkale‘de çok uzun kalmış,
kuru üzüm tüccarıydı, İzmir’de,
fabrikası yanınca hastalanmış,
ölmeseydi de anlatmayacaktı Aşkale günlerini uzun uzun.
Karşıyaka’nın eski cumbalı taş evlerinde
komşuyken başlamış annemle babamın aşkı.
Şişli’deki ev yokuşun sonuydu, annemle pencereden araba mezarlığına
bakardık, buruk gülümserdik. Ladino adları olan yemekler yerdik.
Bizden gizlenmesi gerekenler hep Ladino söylenirdi, biz de tahmin ederdik.
Her gün kalkıp gidecekmiş gibi olurduk uzaklara, hiç gitmedik.
Annem sinagogda Hahama sordu: ”Neden erkeklerle beraber oturmuyoruz?”
“Çünkü ijika kadının yeri Tanrıya yakındır”.
Karataş Hastanesi’nden kalktı cenaze.
Annem kuş dilini çözdü, güvercin uçuracak kadar gökyüzüne.
Ben ise duvarlar ördüm, duvarlar yıktım, yetmedi,
belki köksüz kalınca köklerimi bulurum dedim.
Dil kapalı kalınca büyüdü öfke.
“Hey vatandaş!” olarak ben hep Türkçe konuştum!
S.
Şimdi mevsimlerden kış. Katya’yla oturuyoruz, akşam üzeri, yaptığı vijnadayı yudumluyoruz: “Gelenler arasında bir yüz arıyordum, çok tanıdık, dünya üzerinde yardımlaşmanın şart olduğunu söyleyen bir yüz…“ dedim.
Aynı akşam tantların evinde toplandık. Mariette’le eski Purimleri konuştuk. Fransa’dan düğünüm için gelmişti, yeğeni Sabina’nın mezarına mimoza dikmek istediğini söyledi.
“Ah Sabina! Son mektubunda…” diye anlatırken Mariette’in sesi titriyordu.
Uyandı Katya. Gündüz uykusuydu. Bir kıpımlıktı.
Akşam iniyordu. Kalktım ve mum getirdim, yakılmalıydı Şabat mumu.
Eski zamanların Kadıköy’ünde, İskele sokakta anneden kalma evinde yalnız yaşardı Katya. Yazları bazıları adaya giderken, o kuzey rüzgârlarına doğru Yeldeğirmeni’ne akraba ziyaretine gelir, ahşap evlerin soğuğuna karşı da şalına sarınırdı. Tant Beki’yle dertleşirken, yorgun argın Onkle David attar dükkânından baharat kokularıyla gelirdi. Lodosun esmediği, balığın çok çıktığı günlerde okkası kırk kuruşa satılan yeskumrularla eve döner, yemekte de mütareke yıllarını anlatırdı.
Sonradan attar dükkânlarından çok eczahanelere rağbet artınca, onkle, ilk sivil Osmanlı eczacısı olan yaşlı Moiz’in yanında çalışmaya başlayacaktı.
Katya yoksul esnafa sosyal yardım ve sermaye sağlamak için kurulmuş yardım derneğinde, Aziziye sokağının sağ köşesindeki, havagazı ile aydınlatıldığı için dikkat çeken beyaz evde gönüllü çalışırdı.
O günlerden biriydi, masasının üzerinde bir zarf buldu. Zarfın üzerinde küçük harflerle kendi ismini gördü. İçinden iki kere okudu:
Anneannem anılarla doludur hasta yatağında,
bir boyoz yapmayı özler, bir de tığ işi,
sayıklar durur Atatürk’ün gözlerini.
Dedem Aşkale‘de çok uzun kalmış,
kuru üzüm tüccarıydı, İzmir’de,
fabrikası yanınca hastalanmış,
ölmeseydi de anlatmayacaktı Aşkale günlerini uzun uzun.
Karşıyaka’nın eski cumbalı taş evlerinde
komşuyken başlamış annemle babamın aşkı.
Şişli’deki ev yokuşun sonuydu, annemle pencereden araba mezarlığına
bakardık, buruk gülümserdik. Ladino adları olan yemekler yerdik.
Bizden gizlenmesi gerekenler hep Ladino söylenirdi, biz de tahmin ederdik.
Her gün kalkıp gidecekmiş gibi olurduk uzaklara, hiç gitmedik.
Annem sinagogda Hahama sordu: ”Neden erkeklerle beraber oturmuyoruz?”
“Çünkü ijika kadının yeri Tanrıya yakındır”.
Karataş Hastanesi’nden kalktı cenaze.
Annem kuş dilini çözdü, güvercin uçuracak kadar gökyüzüne.
Ben ise duvarlar ördüm, duvarlar yıktım, yetmedi,
belki köksüz kalınca köklerimi bulurum dedim.
Dil kapalı kalınca büyüdü öfke.
“Hey vatandaş!” olarak ben hep Türkçe konuştum!
S.
Şimdi mevsimlerden kış. Katya’yla oturuyoruz, akşam üzeri, yaptığı vijnadayı yudumluyoruz: “Gelenler arasında bir yüz arıyordum, çok tanıdık, dünya üzerinde yardımlaşmanın şart olduğunu söyleyen bir yüz…“ dedim.
Aynı akşam tantların evinde toplandık. Mariette’le eski Purimleri konuştuk. Fransa’dan düğünüm için gelmişti, yeğeni Sabina’nın mezarına mimoza dikmek istediğini söyledi.
“Ah Sabina! Son mektubunda…” diye anlatırken Mariette’in sesi titriyordu.
Uyandı Katya. Gündüz uykusuydu. Bir kıpımlıktı.
Akşam iniyordu. Kalktım ve mum getirdim, yakılmalıydı Şabat mumu.
Görsel: http://www.yeldegirmeni.kadikoy.bel.tr/altsayfa.aspx?id=2060
Paylaş: