Melike Karaosmanoğlu
Kitle katili olan kişilerin kurbanlarına tereddütsüzce uyguladığı şiddetin kaynağı ne olabilir? Bu karmaşık sorunun cevabını bulabilmek için bugüne kadar pek çok çalışma yapılmış olsa gerek. Mesela aralarında Auschwitz komutanının da bulunduğu birçok Nazi’nin kişisel hayat hikayeleri üzerine incelemeler var. Fanatizm ve şiddet eğilimlerinin kökenini, çocukluk çağları Hitler rejiminin karanlığında büyüyüp gelişen Nazi suçlularının geçmişini inceleyen psikiyatrlar olmuştur. Aslına bakarsanız Theodor Adorno da faşist ve totaliter iktidarın egemenliği altında gelişen otoriter kişilikler üzerine hatırı sayılır çalışma yapmıştır.
Ama bu türden çalışmalar genellikle sınırlılık sorunuyla karşılaşır. Küçüklük, eğitim hayatı, karakter özellikleri sorumuza tam bir cevap veremeyebilir. Kişilik ya da toplumsal statüden bağımsız olarak da kitle katliamının bizzat uygulayıcısı olan insanlar olmuştur. Kendilerini araçsallaştıran iktidarla suç ortaklığına girişip ön saflara koşanlardır bunlar. Mesela Bosna’da, Luka kampından bir Sırp gardiyan, Goran Jelisic muhtemelen bu tür bir patolojinin örneğidir. La Haye uluslararası ceza mahkemesindeki ilk duruşmasında, 26 Ocak 1998’de, kendisini yargıçlara “Sırp Adolf’ olarak takdim etmiştir; bunu kısa süre sonra öleceklerini anlasınlar diye Müslüman tutuklulara da söylemiştir. Bir tanık Goran Jelisic’i, her sabah kahvesini içmeden önce yirmi otuz kişiyi öldürmesi gerekiyordu diye anlatmıştır.
Öte yandan psikiyatr Bruno Bettelheim ise “bu sadist ya da kötücül kişilerin sayısı, ister gardiyan ister katil olsun, tüm o failler içinde çok küçük bir azınlığı oluşturur.” diyordu.
Durum bundan ibaret ise sıradan failler kimlerdi? İyi aile babası cellatlar mı? Yoksa iktidarın kendisine hizmette kusur etmeyecek hizmetkarlarını yetiştirdiği gençlik örgütlenmeleri üyeleri mi? “1932 yazının Almanya’sında en az yarım milyon işsiz genç sokaklarda sürtüyordu.” yazmıştı Daniel Guerin Kahverengi Veba kitabında. Hatta şöyle devam etmişti: “Ama bu arada, faşizm öncesi bu haytalardan bazılarını “gönüllü” olarak askeri kamplarda çalıştırıyorlardı. Açlıktan ölmek ya da silah altına alınmak, işte 1932 Almanya’sının seçenekleri bunlardı.”
Kendine fail arayan iktidarların ortak özelliği gençleri seçmesi olabilir sanırım. Hitler döneminde de bu böyle olmuştur, gençlik örgütlenmeleri ve spor derneklerini unutmamak gerek. Ve yine Eski Yugoslavya’da genç paramiliter savaşçılar Sırp ve Hırvat futbol taraftar gruplarından seçiliyordu. Öyle acıdır ki 13 Mayıs 1990 tarihli Dinamo Zagreb – Kızılyıldız maçı taraftar gruplarının birbirine girmesiyle başlamadan bitmiştir. Bu taraftar gruplarının içinden pek çok gencin Yugoslavya’da savaşın başlamasıyla kanlı katliamlara katıldığı bilinen bir gerçek. Miloseviç’in prensi olarak bilinen Arkan da o maçın tribünündendir. Ayrıca Ruanda’da, Interahamwe milislerinin Kigali futbol takımının taraftarları arasından destekçiler bulmuş olması tesadüf değildir.
Eğitimli ya da eğitimsiz fark etmeksizin ülkelerinde patlak veren savaşla birlikte polis, asker ya da milis olmakta bulmuşlardır çözümü. Böylelikle katil olmuşlardır. Ama onlara sorsak, “düşman”ın her yeri sardığı bir dönemde vatanlarını koruma görevini kusursuz (!) yerine getiriyorlardı. Kitlesel biçimde katlediyorlarsa bunu gerekli olduğu için yapıyorlardı. Bunun dışında bireyin sadece maddi çıkar sağlamak için bu işi yaptığı da olmuştur. Ya da kariyer planı öldürerek veyahut öldürdükçe terfi almak üzerine kurulmuş askerlerin sayısı da çoktur.
Mesela Adolf Eichmann’a bakalım. Avusturya’nın ilhakından sonra geçen bir yıl içinde yaklaşık 150.000 Yahudi’yi Ostmark’tan göç etmek zorunda bırakmayı başardı. Bu işlerin tümünü Rotschild Sarayı’ndaki birkaç mütevazi büroda küçük bir ekiple gerçekleştirdi. Önceliği maddi durumu iyi olmayan fakir Yahudileri Avusturya’dan sürmek oldu. Zengin Yahudileri ise Hazine’ye büyük paralar ödemeye mecbur bıraktı, göç kendi sürgünlerini oradan finanse etmeliydi. Hannah Arendt “kötülüğün sıradanlığı” ifadesini Eichmann’dan yola çıkarak katliamcı failleri tanımlama amacıyla kavramsallaştırmıştır. Eichmann aklını kaçırmış bir cani değildi, aptal da değildi ama düşünme yetisinde eksiklik olan bir kişiydi Arendt’ e göre. Görevini harfiyen yerine getiren, yemin gereği emirlere kati olarak uyduğunu gururla söyleyen birisi şeytan ya da psikopat katil olmayabilir. Sıradan bir insanın cellatlaşması onun yaptıklarından dolayı cezai açıdan sorumlu tutulup yargılanabileceği anlamına gelir.
Totaliter iktidarın araçsallaştırdığı birey düşünme yetisini kaybedip suç işlerse, kötülük sıradanlaşır. Bu durumda kişi kendini asla sorgulamayarak emirlere itaate devam eder. Sıradanlaşmanın, karmaşık bir sürecin sonunda kolektif caniliğin emrine nasıl girdiği sorusunu da unutmamak gerek. İyiliğin belirsizliği ise seyirci kalıp susmakla ilişkilidir. Katillerin ve kurbanların olduğu yerde seyirciler de vardır çünkü. Susmak ve dur diyememek kötülüğü sıradanlaştırır. İyiliğin tehlikeli muğlaklaşması budur. Seyircinin katilleşmesi, katilin seyircileşmesi.
Melike Karaosmanoğlu
Kitle katili olan kişilerin kurbanlarına tereddütsüzce uyguladığı şiddetin kaynağı ne olabilir? Bu karmaşık sorunun cevabını bulabilmek için bugüne kadar pek çok çalışma yapılmış olsa gerek. Mesela aralarında Auschwitz komutanının da bulunduğu birçok Nazi’nin kişisel hayat hikayeleri üzerine incelemeler var. Fanatizm ve şiddet eğilimlerinin kökenini, çocukluk çağları Hitler rejiminin karanlığında büyüyüp gelişen Nazi suçlularının geçmişini inceleyen psikiyatrlar olmuştur. Aslına bakarsanız Theodor Adorno da faşist ve totaliter iktidarın egemenliği altında gelişen otoriter kişilikler üzerine hatırı sayılır çalışma yapmıştır.
Ama bu türden çalışmalar genellikle sınırlılık sorunuyla karşılaşır. Küçüklük, eğitim hayatı, karakter özellikleri sorumuza tam bir cevap veremeyebilir. Kişilik ya da toplumsal statüden bağımsız olarak da kitle katliamının bizzat uygulayıcısı olan insanlar olmuştur. Kendilerini araçsallaştıran iktidarla suç ortaklığına girişip ön saflara koşanlardır bunlar. Mesela Bosna’da, Luka kampından bir Sırp gardiyan, Goran Jelisic muhtemelen bu tür bir patolojinin örneğidir. La Haye uluslararası ceza mahkemesindeki ilk duruşmasında, 26 Ocak 1998’de, kendisini yargıçlara “Sırp Adolf’ olarak takdim etmiştir; bunu kısa süre sonra öleceklerini anlasınlar diye Müslüman tutuklulara da söylemiştir. Bir tanık Goran Jelisic’i, her sabah kahvesini içmeden önce yirmi otuz kişiyi öldürmesi gerekiyordu diye anlatmıştır.
Öte yandan psikiyatr Bruno Bettelheim ise “bu sadist ya da kötücül kişilerin sayısı, ister gardiyan ister katil olsun, tüm o failler içinde çok küçük bir azınlığı oluşturur.” diyordu.
Durum bundan ibaret ise sıradan failler kimlerdi? İyi aile babası cellatlar mı? Yoksa iktidarın kendisine hizmette kusur etmeyecek hizmetkarlarını yetiştirdiği gençlik örgütlenmeleri üyeleri mi? “1932 yazının Almanya’sında en az yarım milyon işsiz genç sokaklarda sürtüyordu.” yazmıştı Daniel Guerin Kahverengi Veba kitabında. Hatta şöyle devam etmişti: “Ama bu arada, faşizm öncesi bu haytalardan bazılarını “gönüllü” olarak askeri kamplarda çalıştırıyorlardı. Açlıktan ölmek ya da silah altına alınmak, işte 1932 Almanya’sının seçenekleri bunlardı.”
Kendine fail arayan iktidarların ortak özelliği gençleri seçmesi olabilir sanırım. Hitler döneminde de bu böyle olmuştur, gençlik örgütlenmeleri ve spor derneklerini unutmamak gerek. Ve yine Eski Yugoslavya’da genç paramiliter savaşçılar Sırp ve Hırvat futbol taraftar gruplarından seçiliyordu. Öyle acıdır ki 13 Mayıs 1990 tarihli Dinamo Zagreb – Kızılyıldız maçı taraftar gruplarının birbirine girmesiyle başlamadan bitmiştir. Bu taraftar gruplarının içinden pek çok gencin Yugoslavya’da savaşın başlamasıyla kanlı katliamlara katıldığı bilinen bir gerçek. Miloseviç’in prensi olarak bilinen Arkan da o maçın tribünündendir. Ayrıca Ruanda’da, Interahamwe milislerinin Kigali futbol takımının taraftarları arasından destekçiler bulmuş olması tesadüf değildir.
Eğitimli ya da eğitimsiz fark etmeksizin ülkelerinde patlak veren savaşla birlikte polis, asker ya da milis olmakta bulmuşlardır çözümü. Böylelikle katil olmuşlardır. Ama onlara sorsak, “düşman”ın her yeri sardığı bir dönemde vatanlarını koruma görevini kusursuz (!) yerine getiriyorlardı. Kitlesel biçimde katlediyorlarsa bunu gerekli olduğu için yapıyorlardı. Bunun dışında bireyin sadece maddi çıkar sağlamak için bu işi yaptığı da olmuştur. Ya da kariyer planı öldürerek veyahut öldürdükçe terfi almak üzerine kurulmuş askerlerin sayısı da çoktur.
Mesela Adolf Eichmann’a bakalım. Avusturya’nın ilhakından sonra geçen bir yıl içinde yaklaşık 150.000 Yahudi’yi Ostmark’tan göç etmek zorunda bırakmayı başardı. Bu işlerin tümünü Rotschild Sarayı’ndaki birkaç mütevazi büroda küçük bir ekiple gerçekleştirdi. Önceliği maddi durumu iyi olmayan fakir Yahudileri Avusturya’dan sürmek oldu. Zengin Yahudileri ise Hazine’ye büyük paralar ödemeye mecbur bıraktı, göç kendi sürgünlerini oradan finanse etmeliydi. Hannah Arendt “kötülüğün sıradanlığı” ifadesini Eichmann’dan yola çıkarak katliamcı failleri tanımlama amacıyla kavramsallaştırmıştır. Eichmann aklını kaçırmış bir cani değildi, aptal da değildi ama düşünme yetisinde eksiklik olan bir kişiydi Arendt’ e göre. Görevini harfiyen yerine getiren, yemin gereği emirlere kati olarak uyduğunu gururla söyleyen birisi şeytan ya da psikopat katil olmayabilir. Sıradan bir insanın cellatlaşması onun yaptıklarından dolayı cezai açıdan sorumlu tutulup yargılanabileceği anlamına gelir.
Totaliter iktidarın araçsallaştırdığı birey düşünme yetisini kaybedip suç işlerse, kötülük sıradanlaşır. Bu durumda kişi kendini asla sorgulamayarak emirlere itaate devam eder. Sıradanlaşmanın, karmaşık bir sürecin sonunda kolektif caniliğin emrine nasıl girdiği sorusunu da unutmamak gerek. İyiliğin belirsizliği ise seyirci kalıp susmakla ilişkilidir. Katillerin ve kurbanların olduğu yerde seyirciler de vardır çünkü. Susmak ve dur diyememek kötülüğü sıradanlaştırır. İyiliğin tehlikeli muğlaklaşması budur. Seyircinin katilleşmesi, katilin seyircileşmesi.
Paylaş: