Günün ilk sürprizi beni evden alan arkadaşımın, “biz senden ve blogundan bahsettik, belki sen de birkaç cümle konuşacaksın, ama Ladino konuşmak zorunlu” demesi oldu. Ya ben konuşmayayım ama desem de ilerleyen saatlerde kırık dökük cümleler kurmaktan kaçamayacaktım elbette.
Galata Kulesi’nin yakınlarında, dışarıdan neresi olduğunu anlamanın zor olduğu bir binanın girişine geldik. Açıkçası ilk kez bu kadar ağır kapılar görmüştüm. Girişte sıkı bir kimlik kontrolü vardı. İlk çelik kapının ağırlığı, yanındaki ışıklı göstergeler, hemen girişteki büyük şamdan… Sıkı güvenlik önleminin ne demek olduğunu ilk kez bu sinagogda gördüm. Zor açılan bir kapı, biri kapanmadan diğeri açılmayan ikinci kapı. Camileri çok seven bir insan olarak bir an düşündüm, her gün ibadetlerim için bu güvenlik önlemlerinden geçmem gerekse nasıl hissederdim? Ev sahibi olduğumuzu düşünsek bile, misafirimiz olmuş, bizden biri haline gelmiş, bu toprakları vatan bellemiş insanlara böyle bir güvensizlik hissi yaşatıyor olmak içimi acıttı.
Arkadaşlarla toplantının yapılacağı salona girdik. Yaş ortalaması çok yüksekti. Oradaki amcalar ve teyzeler, Türkiye’de Ladino konuşan neslin belki son temsilcileriydi. Konuşmalar başlamıştı ama ben büyük bir kısmını anlamadım. Şu ana kadar öğrendiklerim yalnızca bazı kelimeleri ve basit cümleleri yakalamaya yetiyordu. Böyle bir etkinlikte çocukların yer almaması, gençlerin bir elin parmaklarını geçmemesi beni çok düşündürdü. Sonuçta bu dil, Sefaradların geçmişini, kültürünü, dönüşümünü, bu ülke halkının bir parçası haline gelişini belgeleyen en canlı, en inkar edilemez kanıttı.
Dil öğrenmeyi sadece “insanlarla anlaşabilme” veya “mesleki yatırım” aracı olarak görmek çok önemli bir noktayı gözden kaçırmamıza neden oluyor.
Kelimeleri, deyimleri, deyişleri, esprileri, dil bilgisi ile bir dil yaşayan bir tarihtir. Çocukların öğreneceği Eski İspanyolca lehçesinden çok daha fazlası. Yaşatmak için bir çoğunun umutsuzca olduğunu düşündüğü çabamın nedeni de komşumuzun bahçesindeki ağacı kurtarmaya çalışmaktan başka bir şey değil aslında.
Arkadaşlarımın bana tercüme çabalarıyla yemek saatine kadar az da olsa konuşulanları takip edebildim. Öğle arasında o çok merak ettiğim Sefarad mutfağı ile sonunda tanıştım:) Bana beş altı kez söylemelerine rağmen şu anda isimleri aklımda değil elbette. Hepsini büyük bir iştahla yedim ama, onu gayet iyi hatırlıyorum. Gayet lezzetli ve bence oldukça mütevazı bir menüydü. Çok duyduğum Börekitasın tadına da böylelikle bakabildim. Tabi ben onu “börekaz” diye biliyordum o ayrı. En azından bir yemeğin doğru adını öğrenmiş oldum:)
Yemekten sonra önce Sinagog’u sonra da müzeyi ziyaret ettik. Açıkçası başka bir dinin ibadethanesinin beni o kadar etkileyeceğini düşünmemiştim. Uzun uzun inceledikten sonra, koltuklardan birine oturup uzun uzun mekanı inceleme isteğimi dizginledim ve birkaç kez “yaaa burada kalalım” diye mızmızlanmalarım eşliğinde müze bölümüne geçtik. Tablet ve kulaklık donanımıyla ziyaretçilerin Osmanlı döneminde sarayda icra ettikleri eserlerden tutun da çocukların söylediği neşeli şarkılara kadar farklı bir dünya sizi bekliyor. Ben sinagogun o uhrevi havasının ardından bir de sarayda icra edilen sufi müziklerini dinledikten sonra tamamen yoğun bir duygu durumuna büründüm bile. Bulunduğumuz katta Osmanlı sosyal ve askeri hayatına katılan Yahudilere ait eşyalar, çeşitli padişah fermanları, yemek tarifleri yer alıyordu.
Sünnet sandalyesi ve çeyiz sandıkları, gelin-damat maketleri ve giyim kuşamları ile bir geçmişin içinde gezinirken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.
Elbette çok sayıda simge de dikkatimi çekti, onları ayrıca araştıracağımı da buraya not düşeyim.
Toplantının ikinci yarısı, küçük bir tiyatro gösterisi ve şarkılar ile bol kahkahalı geçti. Sonunda benim sahneye çıkacağım bölüm geldi. Henri ile birlikte sahneye çıktık ve hazırladığım tüm cümleleri unuttum:) Henri blogdan, twitter hesabından ve çalışmalarımızdan bahsetti.
Sahneden indiğimde, o izleyen amcaların ve teyzelerin yüzündeki gülümseme insanın içini ısıtıyordu:) Bir süre sonra yanıma gelen bir çift neden Ladino öğrendiğimi sordu. Gerçekten neden?
Herkes artık modern İspanyolca öğreniyordu, çocuklar bu dili merak bile etmiyordu, ne olacaktı? Ne anlamı vardı bu çabaların? Kendileriyle birlikte gömülüp gideceğini fazlasıyla kabul etmiş olacaklardı ki, cemaat dışından, müslüman bir yabancının böyle bir işe neden girdiğine anlam verememişlerdi. Onlara yaptığım açıklamayı yinelemekte fayda görüyorum.
Bu dilin varlığından Twitter’da tanıştığım Yahudi arkadaşlarımın sohbetleri sırasında haberdar oldum. Kaybolmak üzere olan diller arasındaydı ve Riva’nın gözlerinin önünde gömülen bir tarih karşısında duyduğu hüzün beni de etkilemişti. Biz arkadaştık, o Yahudi, ben Müslüman. Yüzyıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamıştık ve o birlikteliğin tüm izleri bu dile kazınmıştı. Gülümseyişlerinin şirinliği hala gözümün önünden gitmeyen yaşlı çifte dedim ki, Trakya olayları sırasında arkadaşımın dedesini ailesiyle evinde misafir eden bir hacı amca varmış, ben o hacı amcanın ruh torunuyum. Riva benim arkadaşım, o gün canını koruyanların gözettiği arkadaşlık, komşuluk hukukunu gözetmekten öte bir şey değil yaptığım.
Sürekli farklı motivasyonlar, sürekli uzun vadeli çıkarlar üzerinden değerlendirilen insani ilişkiler devrinde bu söylediklerim kimilerine saçma gelebilirdi belki ama sayıları azalan, ağır güvenlik önlemleriyle dua edebilen insanlar için elbette kıymetliydi. Torunlarınız bir gün kim olduklarını sorgulayacak, bir gün nereden geldiklerini, Sefaradların geçmişini öğrenmek isteyecekler. Tüm kaynakların ötesinde varlıklarını, kültürlerini, burada geçirdikleri yüzlerce yılın izlerini en canlı, en gerçek, en açıklayıcı bir şekilde nerede bulacaklar, elbette anadillerinde, Ladino’da.
O çiftin dışında da bir çok yaşlıyla konuştum, hepsi birbirinden tatlı, böyle bir çabayı görmekten dolayı şaşkın ve mutluydu. Hatta manevi kızları olarak bana Sentia (Ladino’da Kıvılcım demekmiş) ismini verdiler ki, günün en güzel, en anlamlı hediyesiydi. Şu anda bile o anı hatırlayınca gözlerim doluyor.
Tanıştığım güzel güzel insanlarla ettiğim muhabbetler de ayrı güzeldi. İnşallah, bugünden itibaren çok daha verimli bir şekilde derslerimize devam edeceğiz.
Sevgiyle Kalın,
Kıvılcım / Sentia
Kıvılcım/Sentia
7 Şubat Pazar günü, uzun zamandır sosyal medya üzerinden tanıdığım, sevdiğim arkadaşlarımla birebir görüşmenin, yepyeni insanlarla tanışacak ve daha önce hiç bulunmadığım bir ortamda bulunacak olmanın heyecanıyla uyandım.
Günün ilk sürprizi beni evden alan arkadaşımın, “biz senden ve blogundan bahsettik, belki sen de birkaç cümle konuşacaksın, ama Ladino konuşmak zorunlu” demesi oldu. Ya ben konuşmayayım ama desem de ilerleyen saatlerde kırık dökük cümleler kurmaktan kaçamayacaktım elbette.
Galata Kulesi’nin yakınlarında, dışarıdan neresi olduğunu anlamanın zor olduğu bir binanın girişine geldik. Açıkçası ilk kez bu kadar ağır kapılar görmüştüm. Girişte sıkı bir kimlik kontrolü vardı. İlk çelik kapının ağırlığı, yanındaki ışıklı göstergeler, hemen girişteki büyük şamdan… Sıkı güvenlik önleminin ne demek olduğunu ilk kez bu sinagogda gördüm. Zor açılan bir kapı, biri kapanmadan diğeri açılmayan ikinci kapı. Camileri çok seven bir insan olarak bir an düşündüm, her gün ibadetlerim için bu güvenlik önlemlerinden geçmem gerekse nasıl hissederdim? Ev sahibi olduğumuzu düşünsek bile, misafirimiz olmuş, bizden biri haline gelmiş, bu toprakları vatan bellemiş insanlara böyle bir güvensizlik hissi yaşatıyor olmak içimi acıttı.
Arkadaşlarla toplantının yapılacağı salona girdik. Yaş ortalaması çok yüksekti. Oradaki amcalar ve teyzeler, Türkiye’de Ladino konuşan neslin belki son temsilcileriydi. Konuşmalar başlamıştı ama ben büyük bir kısmını anlamadım. Şu ana kadar öğrendiklerim yalnızca bazı kelimeleri ve basit cümleleri yakalamaya yetiyordu. Böyle bir etkinlikte çocukların yer almaması, gençlerin bir elin parmaklarını geçmemesi beni çok düşündürdü. Sonuçta bu dil, Sefaradların geçmişini, kültürünü, dönüşümünü, bu ülke halkının bir parçası haline gelişini belgeleyen en canlı, en inkar edilemez kanıttı.
Dil öğrenmeyi sadece “insanlarla anlaşabilme” veya “mesleki yatırım” aracı olarak görmek çok önemli bir noktayı gözden kaçırmamıza neden oluyor.
Kelimeleri, deyimleri, deyişleri, esprileri, dil bilgisi ile bir dil yaşayan bir tarihtir. Çocukların öğreneceği Eski İspanyolca lehçesinden çok daha fazlası. Yaşatmak için bir çoğunun umutsuzca olduğunu düşündüğü çabamın nedeni de komşumuzun bahçesindeki ağacı kurtarmaya çalışmaktan başka bir şey değil aslında.
Arkadaşlarımın bana tercüme çabalarıyla yemek saatine kadar az da olsa konuşulanları takip edebildim. Öğle arasında o çok merak ettiğim Sefarad mutfağı ile sonunda tanıştım:) Bana beş altı kez söylemelerine rağmen şu anda isimleri aklımda değil elbette. Hepsini büyük bir iştahla yedim ama, onu gayet iyi hatırlıyorum. Gayet lezzetli ve bence oldukça mütevazı bir menüydü. Çok duyduğum Börekitasın tadına da böylelikle bakabildim. Tabi ben onu “börekaz” diye biliyordum o ayrı. En azından bir yemeğin doğru adını öğrenmiş oldum:)
Yemekten sonra önce Sinagog’u sonra da müzeyi ziyaret ettik. Açıkçası başka bir dinin ibadethanesinin beni o kadar etkileyeceğini düşünmemiştim. Uzun uzun inceledikten sonra, koltuklardan birine oturup uzun uzun mekanı inceleme isteğimi dizginledim ve birkaç kez “yaaa burada kalalım” diye mızmızlanmalarım eşliğinde müze bölümüne geçtik. Tablet ve kulaklık donanımıyla ziyaretçilerin Osmanlı döneminde sarayda icra ettikleri eserlerden tutun da çocukların söylediği neşeli şarkılara kadar farklı bir dünya sizi bekliyor. Ben sinagogun o uhrevi havasının ardından bir de sarayda icra edilen sufi müziklerini dinledikten sonra tamamen yoğun bir duygu durumuna büründüm bile. Bulunduğumuz katta Osmanlı sosyal ve askeri hayatına katılan Yahudilere ait eşyalar, çeşitli padişah fermanları, yemek tarifleri yer alıyordu.
Sünnet sandalyesi ve çeyiz sandıkları, gelin-damat maketleri ve giyim kuşamları ile bir geçmişin içinde gezinirken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.
Elbette çok sayıda simge de dikkatimi çekti, onları ayrıca araştıracağımı da buraya not düşeyim.
Toplantının ikinci yarısı, küçük bir tiyatro gösterisi ve şarkılar ile bol kahkahalı geçti. Sonunda benim sahneye çıkacağım bölüm geldi. Henri ile birlikte sahneye çıktık ve hazırladığım tüm cümleleri unuttum:) Henri blogdan, twitter hesabından ve çalışmalarımızdan bahsetti.
Sahneden indiğimde, o izleyen amcaların ve teyzelerin yüzündeki gülümseme insanın içini ısıtıyordu:) Bir süre sonra yanıma gelen bir çift neden Ladino öğrendiğimi sordu. Gerçekten neden?
Herkes artık modern İspanyolca öğreniyordu, çocuklar bu dili merak bile etmiyordu, ne olacaktı? Ne anlamı vardı bu çabaların? Kendileriyle birlikte gömülüp gideceğini fazlasıyla kabul etmiş olacaklardı ki, cemaat dışından, müslüman bir yabancının böyle bir işe neden girdiğine anlam verememişlerdi. Onlara yaptığım açıklamayı yinelemekte fayda görüyorum.
Bu dilin varlığından Twitter’da tanıştığım Yahudi arkadaşlarımın sohbetleri sırasında haberdar oldum. Kaybolmak üzere olan diller arasındaydı ve Riva’nın gözlerinin önünde gömülen bir tarih karşısında duyduğu hüzün beni de etkilemişti. Biz arkadaştık, o Yahudi, ben Müslüman. Yüzyıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamıştık ve o birlikteliğin tüm izleri bu dile kazınmıştı. Gülümseyişlerinin şirinliği hala gözümün önünden gitmeyen yaşlı çifte dedim ki, Trakya olayları sırasında arkadaşımın dedesini ailesiyle evinde misafir eden bir hacı amca varmış, ben o hacı amcanın ruh torunuyum. Riva benim arkadaşım, o gün canını koruyanların gözettiği arkadaşlık, komşuluk hukukunu gözetmekten öte bir şey değil yaptığım.
Sürekli farklı motivasyonlar, sürekli uzun vadeli çıkarlar üzerinden değerlendirilen insani ilişkiler devrinde bu söylediklerim kimilerine saçma gelebilirdi belki ama sayıları azalan, ağır güvenlik önlemleriyle dua edebilen insanlar için elbette kıymetliydi. Torunlarınız bir gün kim olduklarını sorgulayacak, bir gün nereden geldiklerini, Sefaradların geçmişini öğrenmek isteyecekler. Tüm kaynakların ötesinde varlıklarını, kültürlerini, burada geçirdikleri yüzlerce yılın izlerini en canlı, en gerçek, en açıklayıcı bir şekilde nerede bulacaklar, elbette anadillerinde, Ladino’da.
O çiftin dışında da bir çok yaşlıyla konuştum, hepsi birbirinden tatlı, böyle bir çabayı görmekten dolayı şaşkın ve mutluydu. Hatta manevi kızları olarak bana Sentia (Ladino’da Kıvılcım demekmiş) ismini verdiler ki, günün en güzel, en anlamlı hediyesiydi. Şu anda bile o anı hatırlayınca gözlerim doluyor.
Tanıştığım güzel güzel insanlarla ettiğim muhabbetler de ayrı güzeldi. İnşallah, bugünden itibaren çok daha verimli bir şekilde derslerimize devam edeceğiz.
Sevgiyle Kalın,
Kıvılcım / Sentia
Kaynak: Ladinodersleri.com
Fotoğraf: Şalom
Paylaş: