Batı Almanya’nın Yahudi Soykırımı’yla yüzleşmesi kolay bir süreç olmadı. Gerçi 1952 yılında Alman devleti İsrail’e soykırım tazminatı ödemeyi kabul etmişti, ama sokaktaki vatandaş açısından baktığımızda, Alman kamuoyu 1970’lere kadar bu konuya hep mesafeli yaklaştı ve büyük direnç gösterdi.
Savaştan hemen sonraki dönemde Alman halkının gündemi geçmişteki suçlarla yüzleşmek değil, bilakis geçmişi unutup “temiz” bir sayfa açarak ülkeyi ve hayatlarını yeniden inşa etmekti. Böylece büyük bir “gönüllü unutkanlık” dönemine girildi. O günlerde yapılan kamuoyu anketlerine göre, Almanların azımsanmayacak bir bölümü hala Yahudileri bir ‘sorun’ olarak gördükleri söylüyordu ve Yahudilerin başlarına gelenlerden aslen kendilerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu. [1]
Doğu Almanya’da ise kendi içlerinde bir yüzleşme deneyimi hiç yaşanmadı, konu her gündeme geldiğinde sadece Batı Almanya’yı suçladılar. Doğu Almanya devleti, aslında kendilerinin de dahil olduğu bir suçu başkasına yansıtarak, toplumun kolektif hafızasından bu olayı silmeyi amaçlıyordu. Ama bunda pek başarılı olamadıkları, yani Nazi zihniyetinin pekâlâ Doğu Almanya’da da yaşamaya devam ettiği gerçeği, 1989’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra açıkça ortaya çıktı.
Kasım 1945 – Ekim 1946 döneminde yapılan meşhur Nürnberg duruşmalarında sadece 24 kişi yargılanmıştı. Nazi iktidarı boyunca üst düzey pozisyonlarda çalışmış bu 24 sanık, “barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar” kategorilerinde hüküm giydiler. (1945’te hukuki literatürde henüz “soykırım / genocide” diye bir suç tanımı yoktu. Aslında ta 1933’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin, Ermeni ve Süryani soykırımları hakkında yaptığı çalışmalara dayanarak, ilk kez “soykırım suçu” diye bir terim ortaya atmıştı; ama bu kavramın Birleşmiş Milletler’de “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” biçiminde benimsenmesi ancak 1948’de gerçekleşebildi.)
Almanya’da hiç kimse Nazi geçmişini hatırlamak istemiyordu, demiştik. Fakat toplumsal hafızayı bütünüyle inkâr etmek de mümkün olmadığı için, unutma ve hatırlama süreçleri ister istemez eş zamanlı yaşanıyordu. Geçmişte bazı suçların işlendiği kabul ediliyordu tabii, ama bu suçların soykırım olmadığı öne sürülüyordu. Yine de Batı Alman kamuoyunda soykırım ile ilgili fikirlerin netleşmesine yol açan ilk gelişme, 1947 yılında Polonya’da görülmeye başlanan Auschwitz Davası oldu. Bu davada 41 SS subayının yargılanıp yarısının idam cezasına çarptırılması ile beraber, Alman halkı en azından bir süreliğine dikkatini “savaş suçlarıyla yüzleşme” konusuna yöneltti.
Ama daha birkaç yıl öncesine kadar Nazi üniforması giydiği halde artık toplumun içinde sıradan bir vatandaş gibi yaşayan milyonlarca Alman’ın aynaya bakmaya hiç niyeti yoktu hala. O sıralarda Almanya’da herkesin gündemi, Marshall Planı sayesinde ekonominin yeniden canlanmaya başlamasıyla birlikte, hızla gelişen Amerikan yaşam tarzı ve tüketim toplumu içerisindeki yerini almaktı.
“Gönüllü Unutkanlık” sapasağlam yerinde
Batı Almanya’da Nazi suçlarının soruşturulmasına yönelik ilk adım 1950 yılında çıkartılan bir yasayla atıldı, fakat bunun kapsamı da yalnızca “suçu işleyen ve zarar görenin her ikisinin de Alman olduğu durumlarla” sınırlı tutuldu. Bu çerçevede 1952 yılına kadar 5.678 şikâyet başvurusu geldi, 1954’de bu sayı sadece 44’e ve 1956’da onun da yarısına kadar indi. [2]
Tam konu gündemden düşecekken, Rusya’daki Alman savaş esirlerinin ülkeye geri dönmesiyle bu yasa çerçevesindeki başvurularda yeniden bir artış yaşanınca, aslında henüz hiç soruşturulmamış çok sayıda suç olduğu ve birçok failin de halkın içinde serbestçe dolaştığı gerçeği, Alman hukuk çevrelerinde “sessizce” tartışılmaya başlandı.
Nihayet ortaya çıkan bariz ihtiyaç üzerine 1958 yılında kurulan bir komisyon,Nazilerin Almanya toprakları dışında sebep olduğu sivil ölümleri (toplama kampları ve gettolar da dahil olmak üzere) hakkında ön soruşturma yapmakla görevlendirildi. 1959 yılında bu komisyon, savaş sırasında Auschwitz ve benzeri toplama kamplarındaki SS birliklerinde görev almış şüpheli kişileri belirledi.
Fakat bu kişiler hakkında dava açılıncaya kadar dört yıl sürecek zorlu bir hazırlık döneminin daha geçmesi gerekecekti. Savcılar hem yeterli belge ve tanık bulmakta zorlandılar hem de geçmişiyle yüzleşmek istemeyen Alman halkının şiddetli tepkisiyle karşılaştılar. (Bu dava öncesi dönemi anlatan 2014 yapımı film “Im Labyrinth des Schweigens / Labyrinth of Lies”in sitesi: http://imlabyrinth-film.de/)
Eichmann davası ve “kötülüğün sıradanlığı”
Bu yaygın sessizliği bozan başka bir önemli gelişme, soykırımın baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın 1960’da İsrail gizli servisi tarafından Arjantin’de yakalanması ve İsrail’e getirilip yargılandıktan sonra 1962’de idam edilmesi oldu. Alman toplumu, Yahudilerin planlı olarak ve kitlesel biçimde katledildiği gerçeğini ilk kez Eichmann duruşmasından sonra yaygın biçimde tartışmaya başladı.
Bu arada, Hannah Arendt’in bu duruşma hakkında yazdığı kitapla bütün dünya “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla tanıştı. Bu kavram sayesinde, “totaliter bir devlet tarafından organize edilen kitlesel katliamlara gönüllü olarak katılan sıradan vatandaşın sorumluluğu nedir” sorusu da hayatımıza girdi ilk kez. Fakat 1963’te Almanya’daki genel toplumsal algıya bakıldığında, soykırımdan hala “geçmişte ve uzakta kalmış bir hayalet” gibi görülen bir avuç elit Nazi subayı sorumlu tutuluyordu. Katliamlarda bilerek ve isteyerek görev almış milyonlarca Alman, sadece “savaş sırasında aldıkları emirleri uyguladıklarını” düşünerek, kendi sorumluluklarıyla yüzleşmeyi reddediyordu.
Frankfurt’taki Auschwitz duruşmaları (1963-68)
1958’de çalışmaya başlayan ön araştırma komisyonunun ulaştığı bulgular sayesinde, nihayet ilk Auschwitz duruşmaları Aralık 1963’te Frankfurt’ta başlayabildi. Dava boyunca sanıklar ısrarla “sivillerin ölümüne yol açmak” suçlamasını inkâr ettiler. Toplama kamplarındaki gaz odalarından habersiz olduklarını, sadece emir-komuta zinciri içerisinde görevlerini yaptıklarını söylediler. Karar, Ağustos 1965’te açıklandı. 6 kişi ağırlaştırılmış müebbet, 10 kişi 3,5 yıldan 14 yıla kadar değişen hapis cezası aldı, 3 kişi de delil yetersizliğinden beraat etti. (Duruşmalar sırasındaki tanık ifadelerinin ses kayıtlarını şuradan dinlemek mümkün: http://www.auschwitz-prozess.de/) 1966’daki ikinci dalga ve 1968’deki üçüncü dalga Auschwitz duruşmalarında da toplam 5 kişi benzer cezalar aldı.
Sonuçta hem İsrail’deki Eichmann davası hem de Frankfurt’taki Auschwitz mahkemelerinin toplum üzerindeki etkisi, geçmişteki suçların “münferit vakalar” olarak kabul edilmesi tezini güçlendirmek oldu. Herkes “sapkın Nazi ideolojisine alet olmuş birkaç kötü niyetli Alman” bulunduğunu kabul etmekle birlikte, geri kalan Alman toplumunun masum olduğuna, hatta savaşın gerçek mağdurlarının kendileri olduğuna inanmayı tercih etti.
68 Kuşağı ve ilk samimi sorgulamalar
Almanya’nın Yahudi Soykırımı’ndaki rolünün tam olarak açıkça tartışılması, ancak 1968 kuşağını oluşturan gençlerin sahneye çıkmasıyla mümkün oldu. 68 kuşağı Alman gençleri, geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin halen önemli görevlerde bulunduğunu söyleyerek, bir önceki kuşakları ahlaki olarak sorgulama ve mahkûm etme cesaretini gösterdiler. Samimi bir yüzleşme için sert ve acımasız söylemler ürettiler. Örneğin, ülke çapında birçok ailede gençler “Babam ya da büyükbabam bir katil miydi?” sorusunu sormaya başladılar.
Yükselişe geçen bu yüzleşme dalgası sayesinde, yeni davalar açıldı, Auschwitz haricindeki diğer toplama kamplarında da görev yapmış olanlar belirlenmeye ve yargılanmaya çalışıldı. İnsanlar toplama kamplarını ziyaret ettikçe ve konuyla ilgili belgeseller hazırlanıp yayımlandıkça, “gaz odalarından haberim yoktu” mazereti anlamsızlaştı. Artık gerçekler biraz daha yaygın biçimde açıkça konuşuluyor, bir soykırım yaşandığını kabul etme eğilimi ilk kez ortaya çıkıyordu. [3]
Willy Brandt diz çöküyor!
Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmesinde belki de en önemli adım, 7 Aralık 1970’de Başbakan Willy Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde diz çökerek, beden diliyle özür dilemesiyle yaşandı. Öte yandan, Brandt’ın bu davranışının o günlerde Alman halkı tarafından nasıl algılandığı gösteren bir anket verisine bakmak faydalı olabilir. 12 Aralık 1970 tarihli Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir anketin sonuçlarına göre, Almanların %41’i bu özrü “uygun” bulurken %48’i “abartılı bir davranış” olduğunu söylemişti. Yaş gruplarına göre dağılımda ise, 16-29 yaş grubundaki gençlerin %46’sının, 30-59 yaş grubundakilerin de %37’sinin Brandt’ı onayladığı görülüyordu. [4]
Kısacası, sokaktaki vatandaş nezdinde “gönüllü unutkanlık”tan samimi yüzleşmeye geçişin kolay bir süreç olmayacağı açıkça görülüyordu. Ama hiç kuşkusuz, Willy Brandt’ın diz çöküşü Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma eğilimini ciddi biçimde hızlandırdı. Geçmişiyle yüzleşmek konusunda büyük bir direnç gösteren Türkiye gibi ülkelerle karşılaştırıldığında, Almanya’nın göreceli olarak kısa sürede çok büyük yol aldığını söylemek rahatlıkla mümkün. [5]
Yine de bu bağlamda Almanya’nın önünde ev ödevi olarak bekleyen iki tane tartışmalı konu daha var gibi görünüyor:
1) 1908-1918 döneminde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki gayrimüslim azınlıkların başına gelen sürgün ve soykırım gibi felaketlerin planlama ve uygulama aşamasında, İttihat ve Terakki Partisi’nin Almanlarla nasıl ve hangi seviyede bir işbirliği ilişkisi yaşadığının aydınlatılması gerekiyor.
2) 1904-1908 döneminde Afrika’daki Alman sömürgesinde (bugünkü adı Namibya olan bölgede) yaşanan katliamların da daha fazla aydınlatılması gerekiyor. Her şey bir yana, sonradan Josef Mengele’nin hocası olacak ırkçı antropolog Eugen Fischer’in Afrika’daki bu ölüm kamplarında yaptığı “deneyler” (!) ve kafatası ölçümleri bile daha epey tartışma kaldırır gibi görünüyor. [6]
Melih Cılga
Batı Almanya’nın Yahudi Soykırımı’yla yüzleşmesi kolay bir süreç olmadı. Gerçi 1952 yılında Alman devleti İsrail’e soykırım tazminatı ödemeyi kabul etmişti, ama sokaktaki vatandaş açısından baktığımızda, Alman kamuoyu 1970’lere kadar bu konuya hep mesafeli yaklaştı ve büyük direnç gösterdi.
Savaştan hemen sonraki dönemde Alman halkının gündemi geçmişteki suçlarla yüzleşmek değil, bilakis geçmişi unutup “temiz” bir sayfa açarak ülkeyi ve hayatlarını yeniden inşa etmekti. Böylece büyük bir “gönüllü unutkanlık” dönemine girildi. O günlerde yapılan kamuoyu anketlerine göre, Almanların azımsanmayacak bir bölümü hala Yahudileri bir ‘sorun’ olarak gördükleri söylüyordu ve Yahudilerin başlarına gelenlerden aslen kendilerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu. [1]
Doğu Almanya’da ise kendi içlerinde bir yüzleşme deneyimi hiç yaşanmadı, konu her gündeme geldiğinde sadece Batı Almanya’yı suçladılar. Doğu Almanya devleti, aslında kendilerinin de dahil olduğu bir suçu başkasına yansıtarak, toplumun kolektif hafızasından bu olayı silmeyi amaçlıyordu. Ama bunda pek başarılı olamadıkları, yani Nazi zihniyetinin pekâlâ Doğu Almanya’da da yaşamaya devam ettiği gerçeği, 1989’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra açıkça ortaya çıktı.
Kasım 1945 – Ekim 1946 döneminde yapılan meşhur Nürnberg duruşmalarında sadece 24 kişi yargılanmıştı. Nazi iktidarı boyunca üst düzey pozisyonlarda çalışmış bu 24 sanık, “barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar” kategorilerinde hüküm giydiler. (1945’te hukuki literatürde henüz “soykırım / genocide” diye bir suç tanımı yoktu. Aslında ta 1933’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin, Ermeni ve Süryani soykırımları hakkında yaptığı çalışmalara dayanarak, ilk kez “soykırım suçu” diye bir terim ortaya atmıştı; ama bu kavramın Birleşmiş Milletler’de “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” biçiminde benimsenmesi ancak 1948’de gerçekleşebildi.)
Almanya’da hiç kimse Nazi geçmişini hatırlamak istemiyordu, demiştik. Fakat toplumsal hafızayı bütünüyle inkâr etmek de mümkün olmadığı için, unutma ve hatırlama süreçleri ister istemez eş zamanlı yaşanıyordu. Geçmişte bazı suçların işlendiği kabul ediliyordu tabii, ama bu suçların soykırım olmadığı öne sürülüyordu. Yine de Batı Alman kamuoyunda soykırım ile ilgili fikirlerin netleşmesine yol açan ilk gelişme, 1947 yılında Polonya’da görülmeye başlanan Auschwitz Davası oldu. Bu davada 41 SS subayının yargılanıp yarısının idam cezasına çarptırılması ile beraber, Alman halkı en azından bir süreliğine dikkatini “savaş suçlarıyla yüzleşme” konusuna yöneltti.
Ama daha birkaç yıl öncesine kadar Nazi üniforması giydiği halde artık toplumun içinde sıradan bir vatandaş gibi yaşayan milyonlarca Alman’ın aynaya bakmaya hiç niyeti yoktu hala. O sıralarda Almanya’da herkesin gündemi, Marshall Planı sayesinde ekonominin yeniden canlanmaya başlamasıyla birlikte, hızla gelişen Amerikan yaşam tarzı ve tüketim toplumu içerisindeki yerini almaktı.
“Gönüllü Unutkanlık” sapasağlam yerinde
Batı Almanya’da Nazi suçlarının soruşturulmasına yönelik ilk adım 1950 yılında çıkartılan bir yasayla atıldı, fakat bunun kapsamı da yalnızca “suçu işleyen ve zarar görenin her ikisinin de Alman olduğu durumlarla” sınırlı tutuldu. Bu çerçevede 1952 yılına kadar 5.678 şikâyet başvurusu geldi, 1954’de bu sayı sadece 44’e ve 1956’da onun da yarısına kadar indi. [2]
Tam konu gündemden düşecekken, Rusya’daki Alman savaş esirlerinin ülkeye geri dönmesiyle bu yasa çerçevesindeki başvurularda yeniden bir artış yaşanınca, aslında henüz hiç soruşturulmamış çok sayıda suç olduğu ve birçok failin de halkın içinde serbestçe dolaştığı gerçeği, Alman hukuk çevrelerinde “sessizce” tartışılmaya başlandı.
Nihayet ortaya çıkan bariz ihtiyaç üzerine 1958 yılında kurulan bir komisyon,Nazilerin Almanya toprakları dışında sebep olduğu sivil ölümleri (toplama kampları ve gettolar da dahil olmak üzere) hakkında ön soruşturma yapmakla görevlendirildi. 1959 yılında bu komisyon, savaş sırasında Auschwitz ve benzeri toplama kamplarındaki SS birliklerinde görev almış şüpheli kişileri belirledi.
Fakat bu kişiler hakkında dava açılıncaya kadar dört yıl sürecek zorlu bir hazırlık döneminin daha geçmesi gerekecekti. Savcılar hem yeterli belge ve tanık bulmakta zorlandılar hem de geçmişiyle yüzleşmek istemeyen Alman halkının şiddetli tepkisiyle karşılaştılar. (Bu dava öncesi dönemi anlatan 2014 yapımı film “Im Labyrinth des Schweigens / Labyrinth of Lies”in sitesi: http://imlabyrinth-film.de/)
Eichmann davası ve “kötülüğün sıradanlığı”
Bu yaygın sessizliği bozan başka bir önemli gelişme, soykırımın baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın 1960’da İsrail gizli servisi tarafından Arjantin’de yakalanması ve İsrail’e getirilip yargılandıktan sonra 1962’de idam edilmesi oldu. Alman toplumu, Yahudilerin planlı olarak ve kitlesel biçimde katledildiği gerçeğini ilk kez Eichmann duruşmasından sonra yaygın biçimde tartışmaya başladı.
Bu arada, Hannah Arendt’in bu duruşma hakkında yazdığı kitapla bütün dünya “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla tanıştı. Bu kavram sayesinde, “totaliter bir devlet tarafından organize edilen kitlesel katliamlara gönüllü olarak katılan sıradan vatandaşın sorumluluğu nedir” sorusu da hayatımıza girdi ilk kez. Fakat 1963’te Almanya’daki genel toplumsal algıya bakıldığında, soykırımdan hala “geçmişte ve uzakta kalmış bir hayalet” gibi görülen bir avuç elit Nazi subayı sorumlu tutuluyordu. Katliamlarda bilerek ve isteyerek görev almış milyonlarca Alman, sadece “savaş sırasında aldıkları emirleri uyguladıklarını” düşünerek, kendi sorumluluklarıyla yüzleşmeyi reddediyordu.
Frankfurt’taki Auschwitz duruşmaları (1963-68)
1958’de çalışmaya başlayan ön araştırma komisyonunun ulaştığı bulgular sayesinde, nihayet ilk Auschwitz duruşmaları Aralık 1963’te Frankfurt’ta başlayabildi. Dava boyunca sanıklar ısrarla “sivillerin ölümüne yol açmak” suçlamasını inkâr ettiler. Toplama kamplarındaki gaz odalarından habersiz olduklarını, sadece emir-komuta zinciri içerisinde görevlerini yaptıklarını söylediler. Karar, Ağustos 1965’te açıklandı. 6 kişi ağırlaştırılmış müebbet, 10 kişi 3,5 yıldan 14 yıla kadar değişen hapis cezası aldı, 3 kişi de delil yetersizliğinden beraat etti. (Duruşmalar sırasındaki tanık ifadelerinin ses kayıtlarını şuradan dinlemek mümkün: http://www.auschwitz-prozess.de/) 1966’daki ikinci dalga ve 1968’deki üçüncü dalga Auschwitz duruşmalarında da toplam 5 kişi benzer cezalar aldı.
Sonuçta hem İsrail’deki Eichmann davası hem de Frankfurt’taki Auschwitz mahkemelerinin toplum üzerindeki etkisi, geçmişteki suçların “münferit vakalar” olarak kabul edilmesi tezini güçlendirmek oldu. Herkes “sapkın Nazi ideolojisine alet olmuş birkaç kötü niyetli Alman” bulunduğunu kabul etmekle birlikte, geri kalan Alman toplumunun masum olduğuna, hatta savaşın gerçek mağdurlarının kendileri olduğuna inanmayı tercih etti.
68 Kuşağı ve ilk samimi sorgulamalar
Almanya’nın Yahudi Soykırımı’ndaki rolünün tam olarak açıkça tartışılması, ancak 1968 kuşağını oluşturan gençlerin sahneye çıkmasıyla mümkün oldu. 68 kuşağı Alman gençleri, geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin halen önemli görevlerde bulunduğunu söyleyerek, bir önceki kuşakları ahlaki olarak sorgulama ve mahkûm etme cesaretini gösterdiler. Samimi bir yüzleşme için sert ve acımasız söylemler ürettiler. Örneğin, ülke çapında birçok ailede gençler “Babam ya da büyükbabam bir katil miydi?” sorusunu sormaya başladılar.
Yükselişe geçen bu yüzleşme dalgası sayesinde, yeni davalar açıldı, Auschwitz haricindeki diğer toplama kamplarında da görev yapmış olanlar belirlenmeye ve yargılanmaya çalışıldı. İnsanlar toplama kamplarını ziyaret ettikçe ve konuyla ilgili belgeseller hazırlanıp yayımlandıkça, “gaz odalarından haberim yoktu” mazereti anlamsızlaştı. Artık gerçekler biraz daha yaygın biçimde açıkça konuşuluyor, bir soykırım yaşandığını kabul etme eğilimi ilk kez ortaya çıkıyordu. [3]
Willy Brandt diz çöküyor!
Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmesinde belki de en önemli adım, 7 Aralık 1970’de Başbakan Willy Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde diz çökerek, beden diliyle özür dilemesiyle yaşandı. Öte yandan, Brandt’ın bu davranışının o günlerde Alman halkı tarafından nasıl algılandığı gösteren bir anket verisine bakmak faydalı olabilir. 12 Aralık 1970 tarihli Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir anketin sonuçlarına göre, Almanların %41’i bu özrü “uygun” bulurken %48’i “abartılı bir davranış” olduğunu söylemişti. Yaş gruplarına göre dağılımda ise, 16-29 yaş grubundaki gençlerin %46’sının, 30-59 yaş grubundakilerin de %37’sinin Brandt’ı onayladığı görülüyordu. [4]
Kısacası, sokaktaki vatandaş nezdinde “gönüllü unutkanlık”tan samimi yüzleşmeye geçişin kolay bir süreç olmayacağı açıkça görülüyordu. Ama hiç kuşkusuz, Willy Brandt’ın diz çöküşü Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma eğilimini ciddi biçimde hızlandırdı. Geçmişiyle yüzleşmek konusunda büyük bir direnç gösteren Türkiye gibi ülkelerle karşılaştırıldığında, Almanya’nın göreceli olarak kısa sürede çok büyük yol aldığını söylemek rahatlıkla mümkün. [5]
Yine de bu bağlamda Almanya’nın önünde ev ödevi olarak bekleyen iki tane tartışmalı konu daha var gibi görünüyor:
1) 1908-1918 döneminde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki gayrimüslim azınlıkların başına gelen sürgün ve soykırım gibi felaketlerin planlama ve uygulama aşamasında, İttihat ve Terakki Partisi’nin Almanlarla nasıl ve hangi seviyede bir işbirliği ilişkisi yaşadığının aydınlatılması gerekiyor.
2) 1904-1908 döneminde Afrika’daki Alman sömürgesinde (bugünkü adı Namibya olan bölgede) yaşanan katliamların da daha fazla aydınlatılması gerekiyor. Her şey bir yana, sonradan Josef Mengele’nin hocası olacak ırkçı antropolog Eugen Fischer’in Afrika’daki bu ölüm kamplarında yaptığı “deneyler” (!) ve kafatası ölçümleri bile daha epey tartışma kaldırır gibi görünüyor. [6]
Kaynaklar:
[1] “Holokost sonrası Alman kimliği” – http://arsiv.salom.com.tr/news/print/23430-Holokost-sonrasi-Alman-kimligi.aspx
[2] “Auschwitzprozesse” – http://de.wikipedia.org/wiki/Auschwitzprozesse
[3] “Bir Daha Asla!” – http://www.birdahaasla.org/
[4] 12 Aralık 1970’te yayımlanan Der Spiegel dergisindeki anket –http://magazin.spiegel.de/EpubDelivery/spiegel/pdf/43822427
[5] “Vergangenheitsbewältigung” – http://de.wikipedia.org/wiki/Vergangenheitsbew%C3%A4ltigung
[6] 20. yüzyılın ilk soykırımı: Afrika’daki Herero ve Nama soykırımı –http://www.hakikatadalethafiza.org/duyuru.aspx?NewsId=942&LngId=1
Yazı ilk olarak http://melihcilga.blogspot.com.tr/2015/03/gonullu-unutkanlktan-yuzlesmeye-almanya.html adresinde yayımlanmıştır.
– Twitter: @melihcilga
Paylaş: