Ayça Güzel
OLAYLAR her ruha ayrı ayrı dokunur. Büyük acılar da öyle…
Kimisi için, fazlaca havladığından sokak ortasında vurulan bir köpeğin hiçbir önemi yoktur; kırılgan bir çiçeğin, portakal kokusunun, bir toplama kampının ıssız yalnızlığında yaşama veda edenlerin de…
Kimileri içinse başkalarının acıları, kendi acısı; tıpkı ölen bir babanın, evlat kalbindeki içselleştirilmiş yarası gibi olur. Zaman kuru bir sis gibi, kalın ama geçirgen toz tepeleriyle örtse de olayların üzerini, üzülmesini ve ibret almasını bilen duyarlı bir ruh görebilir yaşanan acıları, aralayabilir zamanın kalın tozlarını.
İkinci Dünya Savaşı’nda, binlerce Yahudi bir soluk gibi uçup gitti. Genellikle, yakınlarına veda bile edemeden… Toplatılıp toplatılıp kaldırıldılar gettolara, toplama kamplarına; gaz odalarında buharlaştılar; küllerinden tepeler oluştu, kurtaramadılar kendilerini Sovyetler gelene kadar. Kurtulanlar, ancak savaş bittikten sonra konuşabildiler dertlerini, anlatabildiler yaşadıklarını birbirlerine ya da acılarına kendileri gibi üzülenlere. Kurtuluştan sonra, içlerinden bazıları yazar olmayı seçti, kimisi yazmaya savaş yıllarında başlamıştı bile…
Anne Frank, Bergen – Belsen Toplama Kampı’nda on altı yaşında tifüsten ölen o güçlü kız, yakalanmadan önce ailesiyle birlikte saklandığı ünlü sığınakta, çevresinde olup bitenleri ve sığınak yaşamını büyük bir dürüstlükle yazarak, geleceğin olası yazarının ilk işaretlerini veriyordu. Öleceğini, iki yıla yakın bir süre saklandıktan sonra yakalanıp Bergen – Belsen’in hastalık çukurlarına atılacağını hiç düşünmüyordu Anne, içinde her şeye rağmen güçlü bir umut yeşertiyordu.
Yakalanışlarından sonra, ortalığa saçılmış not defterleri içinde Anne’ın günlüğünü bulan sadık dostları Miep Gies oldu. Bayan Gies, kamptan dönen tek kişi olan baba Otto Frank’a, günlükleri “Bunlar, kızın Anne’in sana mirasıdır,” sözleriyle verdi. Imre Kertész ve Primo Levi Auschwitz’den sağ olarak çıktıktan sonra, kalan yaşamlarını, yok edilmeye çalışıldıkları esaret günlerini yazmaya ayırdılar. Kitaplarını okuyanları -yazarların ifadeleri ne kadar objektif ve yargısız olsa da- çaresizliğin kocaman karanlığı kuşatır, alabildiğine gri ve siyah tonlar uçuşur gözlerinin önünde. Bu, insanlıktan çıkarılan altı milyon insana karşı, “insanlığa karşı” duyulan bir iç burkulmasıdır.
Imre Kertész
Imre Kertész, Ekim 2002’de “tarihin barbar keyfiliği karşısında bireyin kırılgan deneyimini” eserlerine yansıttığı için İsveç Akademisi tarafından 2002 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Yapıtlarında, insan varlığının tamamiyle reddedildiği bir ortamda, bireyin düşünmesi ve varlığını korumasının mümkün olup olmadığı sorgulanır. Bu sorgulamaya Imre Kertész, insanın doğal bir yeteneği olan düşünebilme yetisinin zaten korunaklı olduğu yanıtını verir.
İnsan varlığı içindeki düşünme yetisidir insanı özgürleştiren ve insan ne kadar zulüm görse, insanlıktan ne kadar çıkarılmaya çalışılsa da, varlık içinde parıldayan, hiçbir faninin elinden alamayacağı “düşüncesi” kendi elindedir. Romanlarını oluştururken kullandığı dil yalın ve süssüzdür, abartıdan uzaktır Kertész’in.
On altı yaşında Musevi bir Macar gencinin, babasının çalışma kampına alınışından sonra yakalanıp toplama kampına götürülmesinin anlatıldığı ilk romanı “Kadersizlik” (Fateless) ve çocuk yaşta Hitler soykırımından sağ çıkan bir Macar aydınının yaşama olan güvensizliğini ve iç hesaplaşmasını konu alan “Doğmayacak Çocuğa Dua” (“Kaddish for a Child Not Born”) yazarın on bir eserinin arasında İngilizce’ye çevrilen ikisidir.
Kertész’e göre; yabancı olanı tarih yapraklarından dışlayan Avrupa tarihi açısından, Nazilerin yaptıkları öyle pek de olağanüstü bir durum değildir. Olanlar modern dünyadaki insan alçaklığının bir örneğidir.
Primo Levi
Yaşam, insan özgürlüğünün olmadığı yerde ağır gelir. Koca bir hiçlik kaplar insanın benliğini, eklemleri uyuşur, düşünemez olur. Belki de bu hatıralardır Primo Levi’nin toplama kampından kurtulduktan yıllar sonra intihar etmesine sebep olan; halbuki tedirgin de olsa dengeli bir akıl sağlığı sergiliyordu eserlerinde Levi, kimyager kimliğinin yazarlık mesleğine bir artısı olarak, yaşadıklarını gerçek bir nesnellikle gözlemlemiş ve olanları yalın, şiirsel ve adeta felsefi bir bakış açısıyla kaleme almıştı.
Toplama kamplarında hayatta kalmanın ortama adapte olmayla bağlantılı olduğunu düşünüyordu Primo Levi, Auschwitz Toplama Kampı’ndan kurtulabilen yirmi dört kişiden biriydi. Kader arkadaşı Jean Amery’nin “İşkence edilen bir kimse işkenceli olarak kalır” ifadesiyle orantılı olarak, tutuklu bulunduğu yıllar onda daha sonradan derin izler bırakacaktı. Tıpkı Türkiyeli Yahudi Albert Saul’un 1992’de “Ceza Kampı Front Stalag 122” isimli kitabı gibi, Primo Levi, izlenimlerini 1947’de “Bunlar da mı İnsan” (Se questo e un uomo), 1963’te “Ateşkes” (La tregua), 1975’te “Periyodik Tablo” (Il sistema periodico) ve 1986’da “Boğulanlar”, “Kurtulanlar” (I sommersi e i salvati) isimli yapıtlarında topladı.
*Yazının ilk yayımlanmış haline http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/021209/birisim.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Ayça Güzel
OLAYLAR her ruha ayrı ayrı dokunur. Büyük acılar da öyle…
Kimisi için, fazlaca havladığından sokak ortasında vurulan bir köpeğin hiçbir önemi yoktur; kırılgan bir çiçeğin, portakal kokusunun, bir toplama kampının ıssız yalnızlığında yaşama veda edenlerin de…
Kimileri içinse başkalarının acıları, kendi acısı; tıpkı ölen bir babanın, evlat kalbindeki içselleştirilmiş yarası gibi olur. Zaman kuru bir sis gibi, kalın ama geçirgen toz tepeleriyle örtse de olayların üzerini, üzülmesini ve ibret almasını bilen duyarlı bir ruh görebilir yaşanan acıları, aralayabilir zamanın kalın tozlarını.
İkinci Dünya Savaşı’nda, binlerce Yahudi bir soluk gibi uçup gitti. Genellikle, yakınlarına veda bile edemeden… Toplatılıp toplatılıp kaldırıldılar gettolara, toplama kamplarına; gaz odalarında buharlaştılar; küllerinden tepeler oluştu, kurtaramadılar kendilerini Sovyetler gelene kadar. Kurtulanlar, ancak savaş bittikten sonra konuşabildiler dertlerini, anlatabildiler yaşadıklarını birbirlerine ya da acılarına kendileri gibi üzülenlere. Kurtuluştan sonra, içlerinden bazıları yazar olmayı seçti, kimisi yazmaya savaş yıllarında başlamıştı bile…
Anne Frank, Bergen – Belsen Toplama Kampı’nda on altı yaşında tifüsten ölen o güçlü kız, yakalanmadan önce ailesiyle birlikte saklandığı ünlü sığınakta, çevresinde olup bitenleri ve sığınak yaşamını büyük bir dürüstlükle yazarak, geleceğin olası yazarının ilk işaretlerini veriyordu. Öleceğini, iki yıla yakın bir süre saklandıktan sonra yakalanıp Bergen – Belsen’in hastalık çukurlarına atılacağını hiç düşünmüyordu Anne, içinde her şeye rağmen güçlü bir umut yeşertiyordu.
Yakalanışlarından sonra, ortalığa saçılmış not defterleri içinde Anne’ın günlüğünü bulan sadık dostları Miep Gies oldu. Bayan Gies, kamptan dönen tek kişi olan baba Otto Frank’a, günlükleri “Bunlar, kızın Anne’in sana mirasıdır,” sözleriyle verdi. Imre Kertész ve Primo Levi Auschwitz’den sağ olarak çıktıktan sonra, kalan yaşamlarını, yok edilmeye çalışıldıkları esaret günlerini yazmaya ayırdılar. Kitaplarını okuyanları -yazarların ifadeleri ne kadar objektif ve yargısız olsa da- çaresizliğin kocaman karanlığı kuşatır, alabildiğine gri ve siyah tonlar uçuşur gözlerinin önünde. Bu, insanlıktan çıkarılan altı milyon insana karşı, “insanlığa karşı” duyulan bir iç burkulmasıdır.
Imre Kertész
Imre Kertész, Ekim 2002’de “tarihin barbar keyfiliği karşısında bireyin kırılgan deneyimini” eserlerine yansıttığı için İsveç Akademisi tarafından 2002 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Yapıtlarında, insan varlığının tamamiyle reddedildiği bir ortamda, bireyin düşünmesi ve varlığını korumasının mümkün olup olmadığı sorgulanır. Bu sorgulamaya Imre Kertész, insanın doğal bir yeteneği olan düşünebilme yetisinin zaten korunaklı olduğu yanıtını verir.
İnsan varlığı içindeki düşünme yetisidir insanı özgürleştiren ve insan ne kadar zulüm görse, insanlıktan ne kadar çıkarılmaya çalışılsa da, varlık içinde parıldayan, hiçbir faninin elinden alamayacağı “düşüncesi” kendi elindedir. Romanlarını oluştururken kullandığı dil yalın ve süssüzdür, abartıdan uzaktır Kertész’in.
On altı yaşında Musevi bir Macar gencinin, babasının çalışma kampına alınışından sonra yakalanıp toplama kampına götürülmesinin anlatıldığı ilk romanı “Kadersizlik” (Fateless) ve çocuk yaşta Hitler soykırımından sağ çıkan bir Macar aydınının yaşama olan güvensizliğini ve iç hesaplaşmasını konu alan “Doğmayacak Çocuğa Dua” (“Kaddish for a Child Not Born”) yazarın on bir eserinin arasında İngilizce’ye çevrilen ikisidir.
Kertész’e göre; yabancı olanı tarih yapraklarından dışlayan Avrupa tarihi açısından, Nazilerin yaptıkları öyle pek de olağanüstü bir durum değildir. Olanlar modern dünyadaki insan alçaklığının bir örneğidir.
Primo Levi
Yaşam, insan özgürlüğünün olmadığı yerde ağır gelir. Koca bir hiçlik kaplar insanın benliğini, eklemleri uyuşur, düşünemez olur. Belki de bu hatıralardır Primo Levi’nin toplama kampından kurtulduktan yıllar sonra intihar etmesine sebep olan; halbuki tedirgin de olsa dengeli bir akıl sağlığı sergiliyordu eserlerinde Levi, kimyager kimliğinin yazarlık mesleğine bir artısı olarak, yaşadıklarını gerçek bir nesnellikle gözlemlemiş ve olanları yalın, şiirsel ve adeta felsefi bir bakış açısıyla kaleme almıştı.
Toplama kamplarında hayatta kalmanın ortama adapte olmayla bağlantılı olduğunu düşünüyordu Primo Levi, Auschwitz Toplama Kampı’ndan kurtulabilen yirmi dört kişiden biriydi. Kader arkadaşı Jean Amery’nin “İşkence edilen bir kimse işkenceli olarak kalır” ifadesiyle orantılı olarak, tutuklu bulunduğu yıllar onda daha sonradan derin izler bırakacaktı. Tıpkı Türkiyeli Yahudi Albert Saul’un 1992’de “Ceza Kampı Front Stalag 122” isimli kitabı gibi, Primo Levi, izlenimlerini 1947’de “Bunlar da mı İnsan” (Se questo e un uomo), 1963’te “Ateşkes” (La tregua), 1975’te “Periyodik Tablo” (Il sistema periodico) ve 1986’da “Boğulanlar”, “Kurtulanlar” (I sommersi e i salvati) isimli yapıtlarında topladı.
*Yazının ilk yayımlanmış haline http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/021209/birisim.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Paylaş: