1958 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti uluslararası arenaya dönmüş, geçmişi unutmuştur. Nazilerin nerede olduğunu da, kamplarda kimlerin öldürüldüğünü de kimse hatırlamamaktadır. Almanya’nın Oscar adayı Yalan Labirenti, Yabancı Dilde En İyi Film dalında 9 filmlik kısa listede yer almıştı. Avlaremoz olarak “Yalan Labirenti” için yazılanları derledik.
Gündelik hayatın içerisinden gelip, insanlık suçu işleyen bir çarkın dişlisi oluyorsunuz, üstelik canı gönülden… İşiniz, eviniz, aşınız var, çoluk çocuğunuz var, aileleriniz var. Sıradan insanlarsınız, yetkiniz, etkiniz, gücünüz yok, ne oluyor, nasıl oluyor da, bir anda komşularınızın toptan katledilmesine sebebiyet verebiliyorsunuz. Bir toplumda çoğunluk, modern bir savaş aygıtına, bir büyük öğütücüye nasıl dönüşebiliyor? Ve her şeyin sonunda, bedel dahi ödemeden, tekrar eski işine, hayat denen keşmekeşe dönebiliyor insan, bunca acıya rağmen, sadece elimin kiriydi dercesine… Evet, “Yalan Labirenti” (Im Labyrinth des Schweigens), Berlin’in düşmesinin ardından, Nazilerin bir anda buhar olmasını, yani tekrar topluma karışmasını anlatmaya çabalıyor, hiçbir şey olmamış gibi susmalı mı, unutmaya çalışmalı mı, yoksa her suçlu cezasını bulmalı mı?
Onlar, öğretmen, memur, avukat, fırıncı, işadamı idi, sarılacak bir ideoloji bulunca, düşman edinmek de kolay oldu, şan, şöhret, ün ve elbette para, kısa sürede canavara dönüştüler. Unvan ve rütbeler, gözlerini kamaştırdı, kariyer hırsı ve üstün ırk safsatası, bir halkın, tüm halklara meydan okumasına, dünyayı zapt etme tutkusuna yol açtı. Aslında Michael Haneke, Beyaz Bant (2009) filminde, Alman köylüsü özelinde, Avrupa’nın, faşizmi nasıl içselleştirdiğini ve bu kıyamet tohumunun nasıl atıldığını göstermişti. Nürenberg Duruşması (1961), Okuyucu (2008) gibi filmlerde de, Nazilerin yargılanması işlenmişti. Kazananlar, kaybedenleri yargılarlar, göstermelik davalarla. Çünkü bu bir paylaşım savaşıdır, galipler de birbirlerine düşecektir, kısa zamanda. Bir kısım meşhur Nazi, idam edilir, önemli bir bölüm, haliyle kodaman, Latin Amerika’ya sığınır. Korkunç ve kalıcı deneyimlerinden faydalanılır, cuntalar gelir, kanar yine insanlık. Asıl çoğunluk ise, askeri kıyafetlerini çıkartır, sivil hayata karışır.
İşte İtalyan aktör Giulio Ricciarelli, yönetmenliğe soyunduğu ilk filmde, Almanya’ya dağılan Nazilere, savaştan tam 13 sene açılan davanın peşine düşüyor. Bu gerçeklikten beslenen öykü, bir yere kadar, tıkanmadan ilerliyor. Sonra acemiliğin getirdiği amatörlük baskın çıkıyor, finale doğru, inandırıcılık ekseni yamuluyor, gidişat topallıyor. Çokça laf, diyalogların vurucu olmaması yüzünden, kuru gürültü etkisine dönüşüyor.
Oyuncular, Alexander Fehling, André Szymanski ve Friederike Becht, Nürenberg Duruşması filminde, aktörlük resitali veren Burt Lancaster’in yakınından bile geçemedikleri için, katkıları da haliyle yavan oluyor. Auschwitz gibi derin bir mevzuya, çok dalınamazsa, yüzeyde kalınıyor, Yalan Labirenti’nin derdi bu, ne yazık ki. Olumsuzluklara karşın, filme şans tanıyın derim, bireyler dışında, toplumun da, kanmaya ve kanamaya her an hazır olması, korkutucu bir gerçek ve bu seyredilmesi ve ders alınması gereken bir yapıt, en nihayetinde. Ve elbette ‘her şey bitti ve sonra ne yaptılar?’, şüphesiz merak uyandırıyor, her koşulda. Genç savcı Johann, salt trafik cezalarıyla uğraşırken, sonradan Almanya’nın ceza reformunu başlattı denilecek, çok önemli bir davayı üstleneceğini bilmiyordu, kuşkusuz. İnsanların, ya toplama kamplarından haberleri yoktu, ya da hakkında konuşmamayı tercih ediyorlardı. Susmalarına karşın oradaydılar, unutmak değil, unutulmak dertti belki de. Gençler ise babalarını, ülkesi uğruna savaşmış kahramanlar sanıyordu.
Hannah Arendt’in, “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabından şunu anlarız, sinemadaki karikatürize kötüler gibi değildir onlar, suç işlemediklerine inanan, çoğu memur olan, görevlerini yaptıklarını savunan sıradan insanlardır. İşte kötülüğün bunca sıradan olması, asıl çekinilmesi gereken budur. Zygmunt Bauman ise “Modernite ve Holokost” adlı yapıtında şöyle der; “Auschwitz modern fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı. Mal üretmek yerine, hammadde insanlardı ve son ürün ise ölümdü. Tanık olduğumuz, toplumsal mühendisliğin büyük bir şemasından başka bir şey değildi” Yani özetle; barbarlık, uygarlık geldi diye kaybolmuş değil, hatta daha da baskın ve iliklerine dek işlemiştir, yaratma ve yok etme, artık iç içe geçmiştir. Ayrılmaz bir bütünü, yine ve yeniden oluşturmak, ihtiyaç anında, kötülüğün sıradanlığını kullanabilmek için.
II. Dünya Savaşı’ndan 13 yıl geçmesine rağmen, Alman toplumu ve hatta dünyanın Auschwitz gerçeğinden bihaber olduğu, soykırımdan kurtulanların dahi sessizliğe zorlandığı bir döneme ışık tutan Yalan Labirenti, genç bir savcının bu utancın peşine düşmesini anlatıyor. Tesadüf eseri bulduğu bir belgeyi araştıran Johann’ın araştırmaları, çemberin giderek genişlemesiyle tarihin en büyük olaylarından birinin açığa çıkmasına neden oluyor.
2. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkıp ancak 1950’lerin sonunda ekonomisini düzeltmiş ama güney Amerika’ya kaçanlar dışında, ülkenin her yanında, kentinde ve kurumunda, eski Nazilerin hâlâ var olageldiği bir Almanya’da geçen “Yalan Labirenti”, Alman toplumundaki açık-seçik, kanlı-kirli Nazi dönemi geçmişiyle yüzleşme çabaları üstüne çekilmiş bir Almanya yapımı. ‘Ölüm kampı’ Auschwitz’in eski bir komutanının Frankfurt’taki bir okulda öğretmenlik yaptığını bir gazetecinin (Andre Szymanski) aracılığıyla öğrenen, idealist bir avukatın (Alexander Fehling) iz sürmesi üstüne gelişen “Yalan Labirenti”, Elizabeth Bartel ve Amelie Syberberg’le birlikte senaryoyu da yazan, İtalyan kökenli Alman sinemacı Giulio Ricciarelli’nin de ilk yönetmenlik denemesi.
1958 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti uluslararası arenaya dönmüş, geçmişi unutmuştur. Nazilerin nerede olduğunu da, kamplarda kimlerin öldürüldüğünü de kimse hatırlamamaktadır. Almanya’nın Oscar adayı Yalan Labirenti, Yabancı Dilde En İyi Film dalında 9 filmlik kısa listede yer almıştı. Avlaremoz olarak “Yalan Labirenti” için yazılanları derledik.
Beyazperde / Alper Turgut
Gündelik hayatın içerisinden gelip, insanlık suçu işleyen bir çarkın dişlisi oluyorsunuz, üstelik canı gönülden… İşiniz, eviniz, aşınız var, çoluk çocuğunuz var, aileleriniz var. Sıradan insanlarsınız, yetkiniz, etkiniz, gücünüz yok, ne oluyor, nasıl oluyor da, bir anda komşularınızın toptan katledilmesine sebebiyet verebiliyorsunuz. Bir toplumda çoğunluk, modern bir savaş aygıtına, bir büyük öğütücüye nasıl dönüşebiliyor? Ve her şeyin sonunda, bedel dahi ödemeden, tekrar eski işine, hayat denen keşmekeşe dönebiliyor insan, bunca acıya rağmen, sadece elimin kiriydi dercesine… Evet, “Yalan Labirenti” (Im Labyrinth des Schweigens), Berlin’in düşmesinin ardından, Nazilerin bir anda buhar olmasını, yani tekrar topluma karışmasını anlatmaya çabalıyor, hiçbir şey olmamış gibi susmalı mı, unutmaya çalışmalı mı, yoksa her suçlu cezasını bulmalı mı?
Onlar, öğretmen, memur, avukat, fırıncı, işadamı idi, sarılacak bir ideoloji bulunca, düşman edinmek de kolay oldu, şan, şöhret, ün ve elbette para, kısa sürede canavara dönüştüler. Unvan ve rütbeler, gözlerini kamaştırdı, kariyer hırsı ve üstün ırk safsatası, bir halkın, tüm halklara meydan okumasına, dünyayı zapt etme tutkusuna yol açtı. Aslında Michael Haneke, Beyaz Bant (2009) filminde, Alman köylüsü özelinde, Avrupa’nın, faşizmi nasıl içselleştirdiğini ve bu kıyamet tohumunun nasıl atıldığını göstermişti. Nürenberg Duruşması (1961), Okuyucu (2008) gibi filmlerde de, Nazilerin yargılanması işlenmişti. Kazananlar, kaybedenleri yargılarlar, göstermelik davalarla. Çünkü bu bir paylaşım savaşıdır, galipler de birbirlerine düşecektir, kısa zamanda. Bir kısım meşhur Nazi, idam edilir, önemli bir bölüm, haliyle kodaman, Latin Amerika’ya sığınır. Korkunç ve kalıcı deneyimlerinden faydalanılır, cuntalar gelir, kanar yine insanlık. Asıl çoğunluk ise, askeri kıyafetlerini çıkartır, sivil hayata karışır.
İşte İtalyan aktör Giulio Ricciarelli, yönetmenliğe soyunduğu ilk filmde, Almanya’ya dağılan Nazilere, savaştan tam 13 sene açılan davanın peşine düşüyor. Bu gerçeklikten beslenen öykü, bir yere kadar, tıkanmadan ilerliyor. Sonra acemiliğin getirdiği amatörlük baskın çıkıyor, finale doğru, inandırıcılık ekseni yamuluyor, gidişat topallıyor. Çokça laf, diyalogların vurucu olmaması yüzünden, kuru gürültü etkisine dönüşüyor.
Oyuncular, Alexander Fehling, André Szymanski ve Friederike Becht, Nürenberg Duruşması filminde, aktörlük resitali veren Burt Lancaster’in yakınından bile geçemedikleri için, katkıları da haliyle yavan oluyor. Auschwitz gibi derin bir mevzuya, çok dalınamazsa, yüzeyde kalınıyor, Yalan Labirenti’nin derdi bu, ne yazık ki. Olumsuzluklara karşın, filme şans tanıyın derim, bireyler dışında, toplumun da, kanmaya ve kanamaya her an hazır olması, korkutucu bir gerçek ve bu seyredilmesi ve ders alınması gereken bir yapıt, en nihayetinde. Ve elbette ‘her şey bitti ve sonra ne yaptılar?’, şüphesiz merak uyandırıyor, her koşulda.
Genç savcı Johann, salt trafik cezalarıyla uğraşırken, sonradan Almanya’nın ceza reformunu başlattı denilecek, çok önemli bir davayı üstleneceğini bilmiyordu, kuşkusuz. İnsanların, ya toplama kamplarından haberleri yoktu, ya da hakkında konuşmamayı tercih ediyorlardı. Susmalarına karşın oradaydılar, unutmak değil, unutulmak dertti belki de. Gençler ise babalarını, ülkesi uğruna savaşmış kahramanlar sanıyordu.
Hannah Arendt’in, “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabından şunu anlarız, sinemadaki karikatürize kötüler gibi değildir onlar, suç işlemediklerine inanan, çoğu memur olan, görevlerini yaptıklarını savunan sıradan insanlardır. İşte kötülüğün bunca sıradan olması, asıl çekinilmesi gereken budur. Zygmunt Bauman ise “Modernite ve Holokost” adlı yapıtında şöyle der; “Auschwitz modern fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı. Mal üretmek yerine, hammadde insanlardı ve son ürün ise ölümdü. Tanık olduğumuz, toplumsal mühendisliğin büyük bir şemasından başka bir şey değildi” Yani özetle; barbarlık, uygarlık geldi diye kaybolmuş değil, hatta daha da baskın ve iliklerine dek işlemiştir, yaratma ve yok etme, artık iç içe geçmiştir. Ayrılmaz bir bütünü, yine ve yeniden oluşturmak, ihtiyaç anında, kötülüğün sıradanlığını kullanabilmek için.
Akşam / Başak Bıçak
II. Dünya Savaşı’ndan 13 yıl geçmesine rağmen, Alman toplumu ve hatta dünyanın Auschwitz gerçeğinden bihaber olduğu, soykırımdan kurtulanların dahi sessizliğe zorlandığı bir döneme ışık tutan Yalan Labirenti, genç bir savcının bu utancın peşine düşmesini anlatıyor. Tesadüf eseri bulduğu bir belgeyi araştıran Johann’ın araştırmaları, çemberin giderek genişlemesiyle tarihin en büyük olaylarından birinin açığa çıkmasına neden oluyor.
Cumhuriyet / Sungu Çapan
2. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkıp ancak 1950’lerin sonunda ekonomisini düzeltmiş ama güney Amerika’ya kaçanlar dışında, ülkenin her yanında, kentinde ve kurumunda, eski Nazilerin hâlâ var olageldiği bir Almanya’da geçen “Yalan Labirenti”, Alman toplumundaki açık-seçik, kanlı-kirli Nazi dönemi geçmişiyle yüzleşme çabaları üstüne çekilmiş bir Almanya yapımı. ‘Ölüm kampı’ Auschwitz’in eski bir komutanının Frankfurt’taki bir okulda öğretmenlik yaptığını bir gazetecinin (Andre Szymanski) aracılığıyla öğrenen, idealist bir avukatın (Alexander Fehling) iz sürmesi üstüne gelişen “Yalan Labirenti”, Elizabeth Bartel ve Amelie Syberberg’le birlikte senaryoyu da yazan, İtalyan kökenli Alman sinemacı Giulio Ricciarelli’nin de ilk yönetmenlik denemesi.
Paylaş: