Nihal Atsız’dan Nurettin Topçu’ya Necip Fazıl’dan Said-i Nursi’ye kadar pek çok isim Yahudi ve komünist düşmanlığı nedeniyle Hitler hakkında olumlu yargılara sahipti
3 Nisan 2012 yaptığı AKP grup toplantısında dönemin Başbakanı Erdoğan, ‘bayram değil seyran değil’ iken, bir gazete küpürü eşliğinde Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben “Bize Hitler benzetmesini defalarca yaptı. (…) O dönemden iki gazete gösteriyorum. Başlık ‘Milli şefimizle Führer arasında samimi tebrikler’ Bundan daha önemli delil olur mu? Gazete malum Cumhuriyet. Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam. Altında İnönü’nün İtalya’ya gideceği yazıyor. İşte CHP budur. CHP Genel Başkanı Hitler sevdalısı arıyorsa gitsin gurur duyduğu CHP tarihine baksın orada bulur.” demişti. Elbette iktidara ve ideolojisine yakın yazarlar derhal Hitler-İnönü ilişkilerini ele alan yazılar yazmışlardı.
2014 yılı Kasım ayında, Harvard Üniversitesi’nden Stefan Ihrig’in Atatürk in the Nazi Imagination (‘Nazi Tahayyülünde Atatürk’, Harvard University Press, 2014) adlı kitabı yayımlandı. Bu sefer, 2,5 yıl önce cesaret edilemeyen yapıldı. Yandaş yazarlar, büyük bir hevesle Hitler-Atatürk ilişkilerini didiklediler. (Ben bu ilişkileri, esinlenmeleri yıllar önce konu etmiştim. 2007’den itibaren Taraf ve Radikal arşivlerimde ilgili yazıları bulabilirsiniz. Ancak Ihrig’in konuya Hitler ve Almanya taviyesinden bakan kitabındaki belgeler, bilgiler, tezler hakikaten ilginç. Onlara bir başka yazıda değinmek istiyorum izninizle.)
ÜNİTER BAŞKANLIK VE HİTLER ALMANYASI
Nihayet 31 Aralık 2015 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suudi Arabistan gezisi dönüşünde Atatürk Havalimanı’nda yaptığı basın toplantısında bir soru üzerine “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu an zaten dünyada bunun örneği var geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanya’sına baktığınızda orada da bunu görürsünüz. Daha sonra değişik ülkelerde bunun örneğini görürsünüz” dedi. ‘Havuz medyası’ bu sözleri görmezden geldi, basın danışmanları ‘sözlerinin çarpıtıldığını’ iddia ettiler ama video kayıtlarıyla desteklenen Hitler Almanyası benzetmesi sosyal medyada büyük ilgi çekti. Ama daha kötüsü uluslararası ajanslar bu açıklamayı flaş haber olarak geçtiler. Bu atıf bir ‘yol kazası’ mı idi, yoksa ‘dervişin fikri neyse zikri de odur’ atasözündeki gibi zihinsel bir arka planı mı vardı? Ya da bir okurumun söylediği gibi ‘İsrail konusundaki 180 derece çarkı dengelemek için atılmış taktik bir adım mıydı, orasını bilemem. Bildiğim, Erdoğan’ın açtığı yoldan giderek, Hitler’i bir de AKP veya onu besleyen siyasi çizginin tarihinde aramanın farz olduğu. Bu konuyu yazma konusunda beni esinlendiren ve Kürşat Bumin’in bu konudaki makalesini (8 Mayıs 2010, Yeni Şafak, (okumak için tıklayın) hatırlatan sosyal medyadan takipçim ‘Konstantinopolis’e teşekkür ederim.
Hitler ve Mussolini’nin zuhur ettiği 1920’li yıllarda İslamcı veya sağ muhafazakar diye tanımlanabilecek kesimlerin Hitler ve Mussolini’nin fikirlerine ilgi duyduklarına bir bilgiye rastlamadım kaynaklarda. Ama Beşir Ayvazoğlu, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce (İletişim, 2009) dizisinin Milliyetçilik cildinde yer alan “Tanrıdağı’ndan Hıra Dağı’na” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
“Kırklarda ırkçı-Türkçülüğün yükselişi, kendileri kabul etmeseler de İtalya ve Almanya’daki gelişmelerle yakından ilgiliydi. Başta Nihal Atsız olmak üzere bütün Türkçülerin hatta Peyami Safa ve Nurettin Topçu gibi farklı çizgilerde yer alan milliyetçilerin Almanya’ya ve Hitler’e sempati duydukları bir gerçektir.”
HİTLER TRAŞLI NİHAL ATSIZ
Beşir Ayvazoğlu’nun adını andığı kişilerden ırkçı-Türkçü Nihal Atsız’ın Yahudi ve komünist düşmanlığı konusunda Hitler’e hayran olmasında bir gariplik yok.
Çanakkaleye Yürüyüş&Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferler adlı kitabında Askeri Tıbbiye anılarını anlatırken; “Hitler’e ‘merhum’ dediğim de garipsenmesin ve yine derhal faşistliğime verilmesin. Başta Moskof dostlarımız olduğu halde bunca milyon gâvur ve çıfıt öldüren bu adama merhem denmez de ne denir.” Veya “68.Vilayete Seyahat” (Ötüken,1969, S.12) başlıklı makalesinde Münih’ten bahsederken “Şehir dışındaki anayollar çok güzeldi. Bunları cennetmekân Hitler yaptırmıştı”, “Bugün o şehirde yaşayan Almanlar’dan birçoğunun hâlâ Hitlerci olduğu anlaşılıyordu. Bunlar, bazı yanlışlarına rağmen Hitler’in iyi işler yaptığını söylediler. Hele bir tanesi: ‘Ben Nasyonal-Sosyalistim. Fakat her şeyden önce Alman’ım. Almanya’nın üzerine bu kadar çirkef atan bugünkülerin Allah belâsını versin’ dedi,” diyerek Hitler sevdasını açık eder.
Nitekim II. Dünya Savaşı yıllarında saçlarını Hitler tarzı kestirip, onun gibi pozlar vermiştir. Gerçi Orkun’un 25 Mayıs 1951 tarihli sayısında bu benzerliğe dikkat çekenlere hiddetle cevap vermiştir ve de o dönemki yazılarında Hitler, Nazizm gibi konularda açık ifadeler yoktur ama Nazizmin ve Faşizmin tarihe gömülmesinden 20 yıl sonra 5 Nisan 1974 tarihli Ötüken’de yayımlanan “Faşist” adlı makalesinde şöyle der: “Faşist demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca ‘facio’ kelimesinden doğan bu sıfat, Musolini’nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına alem olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de ‘faşizm’ denmişti. Milliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar ‘nazi”’ (Nasyonal Sosyalist’ten kısaltma), İspanyollar ‘falanjist’, Belçikalılar ‘reksist’, Romenler ‘gardist’ kelimesini kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilk önce İtalya’da çıktığı için hepsine birden ‘faşizm’ demek âdet olmuştu.”
Şimdi bu ifadelerden ne anlıyoruz: Faşizm ve Nazizm, milliyetçiliğin bir türüdür! Milliyetçilik de iyi bir şeydir. Peki, Faşizmin ve Nazizmin insanlığın başına açtığı felaketler, milyonlarca ölüm, yıkım hakkında bir kaç cümle etmez mi insan? Nihal Atsız etmez…
PEYAMİ SAFA HİTLER’İ DİNLERKEN BAYILDI MI?
Ancak Peyami Safa’nın Hitler hayranlığı konusu ilginç bulunabilir. Nazım Hikmet’le, Zekeriya-Sabiha Sertel çiftiyle sert polemikleriyle ve “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Fatih-Harbiye” gibi eserleriyle ünlü Peyami Safa’nın konuya yaklaşımı temkinli ve kademelidir aslında. Örneğin 16 Mart 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Yahudiler Ne Olacak?” başlıklı yazısında Peyami Safa şöyle der: “Almanya Avusturyaya girdikten sonra ayni sistemin Tuna boyuna kadar uzanacağını anlamak için ajansları okumağa bile lüzum yoktur. Şu dakika Viyanalı Yahudi avukatın profesörün veya gazetecinin geçirdiği kabusları, bir film-jurnal sadakatile, yüzde yüz doğru olarak tahmin edebiliriz. Bu vaziyetten sonra Yahudi meselesi, yalnız Avusturyada değil, orta Avrupada ve bütün Balkanlarda müstacel davaların dosyasına girmiş oluyor.”
Ancak 23 Mart 1938 tarihli “Avusturya’nın Mezarı Önünde” makalesinde, “Viyananın Türklerden kurtuluşunu Hitler’in Cermen Almanya hesabına bir zafer olarak kayda teşebbüs etmesini ve bu arada babalarımız hakkında tuhaf mütalealar yürütmesini hayretle karşılarız…Yalnız şu var ki milliyet hissini kuvvetlendirmek için geçmiş düşmanlıklarını hatırlatmak ve tazelemek sakat bir siyaset sistemidir…Türk aleyhtarı neşriyatın Alman matbuatında tesadüfen ve dikkatsizlik yüzünden yer bulduğunu kabul ederek nasyonal sosyalist hükûmetin artık buna mani olacağını umuyoruz,” diyecektir.
Bu tarihten sonraki bir olay ise Nadir Nadi kanalıyla ‘bilinir’ olmuştur. Nadir Nadi Perde Aralığından (Cumhuriyet Yayınları, 1965) adını verdiği hatıratında şöyle bir olay anlatır: “19 Eylül’de [1939] Hitler Danzig’i ilk kez ziyaret ediyordu. Führer’in söyleyeceği büyük nutku bütün Alman istasyonları verecekti. Biz arkadaşlar matbaada toplanmış, Danzig’de yapılan muazzam töreni radyodan dinliyorduk. Mızıkalar, marşlar, coşkun bağırışmalar arasında Hitler söze âğaz eyledi. (…) Sıkıldığım için radyonun başından ayrıldım. Odama gitmek üzere kapıyı açarken, tek kelime Almanca bilmeyen Peyami’yi bir köşeye büzülmüş, heyecandan yüzü sapsarı, kendini kaybetmişcesine, parazitlerin daha da bozduğu o histerik sesi dinler gördüm….”
Nadir Nadi’nin (ve orada olanlardan Fikret Adil’in) iddiasına göre nutku dinledikten sonra Peyami Safa bayılmıştır. Bu anekdot Nadir Nadi’den aktarılarak pek çok kaynakta kullanılacaktır. Örneğin Aziz Nesin, şöyle der: “Bir tek kelime Almanca bilmediğin halde, savaş yılları boyunca her gün radyodan büyük bir vecd içinde Hitler’in nutkunu dinlediğini, bir gün de Hitler’in azgın naralarında çoşup, birden fırlayarak -Kahahayy! diye iki elini havaya kaldırdığını, sonra yüzü koyun yere kapaklanıp, sar’a nöbetleri içinde titreyerek, ağzın köpürerek çırpındığını, sonra da donup kaldığını, Cumhuriyet gazetesinde görenler, bilenler var.”
O gün Peyami Safa’nın yanında olan Vecdi Bürün ise Peyami Safa ile 25 Yıl (Yağmur Yayınları, 1978) adlı kitabında hadiseyi çok farklı anlatmıştır: 1939 Haziranı’nda çocuğu Merve’ye hamile olan Nebahat Hanım’ın durumu ağırlaşır ve hastahaneye kaldırılır. Doktorlar doğumun an meselesi olduğunu söyledikleri için Peyami Safa geceleri geç saatlere kadar hastahanede kalmaktadır.
Vecdi Bürün, dostunu hiç yalnız bırakmadığını, üç gece arka arkaya hastahanede sabahladıklarını, nihayet Merve’nin dünyaya geldiğini ve bu sevinç verici hadiseden sonra gazeteye gidebildiklerini anlatır ve şöyle devam eder: “İkimiz de yorgunduk (…) Yazı işleri müdürü Feridun Osman’ın odasındaki radyodan sesler geliyordu. Peyami Safa, sinirleri son derece gergin bir halde radyoyu dinlemek istedi. Odada Ahmet Hidayet Reel’den başka Fikret Adil de vardı. Fikret Adil dedikoduculuğu ile ün yapmış bir edebiyat meraklısıydı. Radyo Adolf Hitler’in konuşacağını bildirdi. Almanya’nın Führer’i dehşet verici bir sesle konuşmaya başladı. Hitler’in konuşmasından bir dakika kadar sonra, Peyami Safa’nın oturduğu koltuktan yana doğru kaykıldığı görüldü. Bayılmıştı. Hemen sular, kolonyalar koşturuldu. Gömleğinin yakası açıldı, şakakları ve bilekleri kolonya ile ovuldu. İki üç dakika sonra üstadın gözleri açıldı. Durumun ne olduğunu hemen anlamıştı (…) Bu bayılmanın sebebi besbelliydi. Zaten zayıf bünyeli olan Peyami Safa hastahanede uzun geceler beklemekten gelen yorgunluğa dayanamamıştı. Fikret Adil bu olayı etrafa şöyle yayacaktı: Hitler konuşurken Peyami Safa öyle heyecanlandı, öyle heyecanlandı ki, sonunda koltuğa yığılıp kaldı!”
Beşir Ayvazoğlu, bu farklı anlatıları ihtiyatla karşılamak gerektiğini, çünkü Nadir Nadi’nin savaş yıllarında Cumhuriyet’te yazdığı baş makalelerin Alman yanlısı ifadelerle dolu olduğunu, Vecdi Bürün’ün ise Peyami Safa’ya aşırı derecede bağlı biri olduğu için nesnel olamayabileceğini ima eder. (Nadir Nadi’nin ve başka ünlü gazetecilerin Nazi sempatizanlığı hakkında şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın)
SADIK BİR HİTLER HAYRANI: NURETTİN TOPÇU
Beşir Ayvazoğlu’nun adını andığı üçüncü kişi olan Nurettin Topçu’ya gelince… İrade, Hareket, İsyan adlı kitabın yazarı Mehmet Birgül tarafından “Filozof ama mistik; Müslüman ama İslamcı değil; milliyetçi ama Türkçü değil; tarih şuuruna sahip ama Osmanlıcı değil; Batılı ama kesinlikle Batıcı değil.” diye tarif edilen Nurettin Topçu, İsmail Kara’nın Dergâh dergisi için kaleme aldığı “Bir Kâseden Bin Neşve Peydâ” adlı yazısına da konu olur. Yazının konumuzla ilgili bölümü şöyledir:
“Uzunlamasına küçük bir oda. Camekân kısmında büyükçe ve güzel bir [Mehmed] Akif [Ersoy] fotoğrafının yer aldığı alttan çekmeceli bir büfe, pencerenin karşı davarında alt kısmı çift kapaklı ahşap mütevazi bir kütüphane (…) ciltsiz kitapların çoğu kırmızıya çalan kağıtlarla kaplı, bu duvarda Hüseyin Avni Ulaş’ın, pencere tarafındaki duvarda Hitler’in fotoğrafı asılı….”
Kaynaklarda Nurettin Topçu’nun ısrarlı sorulara rağmen bu üç fotoğrafın gerekçelerini açıklamadığı yazılı.
İSMAİL KARA: “HİTLER DEYİNCE….”
İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde (Dergâh Yayınları) adlı hatıratında konuyla ilgili şöyle diyor: “Bugün Hitler dendiği zaman insanların aklına İkinci Dünya Savaşı sonrasında, büyük ölçüde Yahudilerin tahakkümündeki sinema dünyasının, basın-yayın organlarının icat ve inşa ettiği Hitler tipi geliyor: Meczup, gaddar, cahil, nutuk budalası, toplama kampları, gamalı haç, gadre uğramış ve katledilmiş Yahudiler. İkinci Dünya Savaşı bitene kadar bütün dünyada, hususen İngiltere’nin, Fransa’nın, Rusya’nın gadrine, işgaline uğramış ülkelerde, bu arada Türkiye’de de Hitler kesinlikle böyle biri değildi; dünyaya nadir gelen bir kahraman, hem de cihanı titreten bilge bir kahramandı. 1930’lu yılların TBMM albümlerine, üniversite yıllıklarına, gazete sayfalarına bakarsanız sizi ekseriyetle, şimdi sadece filmlerde gördüğümüz ‘Hitler bıyığı’ karşılayacak. Nurettin Bey’in bu genel gidişten ayrılan önemli bir tarafı var: Herkes vazgeçtikten sonra o devam etti, hem de aleni denilebilecek bir tarzda. Çünkü Hitler’e olan ilgisi ortalıktaki aktüel hissiyattan ve galebe çalma, meydan okuma, bıyığı taklit etme duygularından ötede bir şeydi. (…) Hafızam beni yanıltmıyorsa yazılarında Hitler hiç geçmiyor, ne müsbet, ne de menfi olarak. (…) Bana kalırsa, Hitler’in Alman idealist ruhuyla meczolmuş iradesine, hareket adamlığına ve mücadele ezmine hayranlık besliyor olmalıydı. Nurettin Bey’de dinî, siyasi ve ahlâkî vecheleri olan derin/felsefi Yahudi düşmanlığı, bunun paralelinde kuvvetli bir kapitalizm ve masunluk karşıtlığı vardı; dönemsel unsurlar yanında belki bunlar da hayranlığı besliyordu…”
Gerçekten de, Nurettin Topçu, başkaları gibi fikirlerinden çark etmemiş, Hitler’in ve Nazizmin lanetli bir geçmiş haline geldiği 1945 sonrasında defalarca Hitler’e atıfta bulunmuştu. Bunlardan bazılarını tarih sırasına koyarak aktarayım: “Yavuz Selim, Alpaslan’dan daha genç, Hitler, İskender’den daha zindedir. Gandi, Buda’dan daha taze, Yunus, Sen Pol’den daha cezbelidir. Kalven, Luther’den daha samimi, Hüseyin Avni, Dalton’dan daha ateşlidir.” (1959) “Alman üniversiteleri, 18. asırda, arza sığamayan bir idealizmin kurucuları oldular. Öyle ki, Hegel’de Hitler’i tanımak kabildir. Zira kollar daima beyne bağlı kalmışlardır.” (1960) “Hem insanlık adı altında toplanan bütün meziyetler, nasıl olursa olsun, harbi kazanan tarafa mı aitmiş? Vaktiyle Hitler’in istila senelerinde Alman şansölyesini göklere çıkaran ve tıpkı şimdiki Müslümanlar gibi yenilgiye uğrayan Fransızları o zaman dejenere olmakla itham eden kuvvet müdahenecileri, Hitler yenilir yenilmez, Amerika’dan gelen Yahudi temposuna uyarak, onu yerlerin dibine geçirmekte tereddüt göstermediler.” (1967) “Hitler, ideali hülyaya çiğnetti. Gazi Osman Paşa, Plevne ufuklarında bütün bayağı realiteyi kutsal vatan idealine feda etmesini bildiğinden, kılıcını teslim ederken bile, davanın muzaffer ve şerefli sahibi olarak kaldı.” (1971) Nurettin Topçu Hitler hakkında, bazen de susarak bir şey söyler. Örneğin Mayıs 1965’te kaleme aldığı Büyük Fetih kitabındaki Fatihler ve Zalimler başlıklı bölümde tarihin gelmiş geçmiş tüm kan içicilerini saydığı halde Hitler’in ve Almanya’nın adını ağzına almamıştır.
‘KAFAYI YAHUDİ İLE BOZAN’ NECİP FAZIL
Beşir Ayvazoğlu’nun ve İsmail Kara’nın bu bağlamda adını anmadığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı en çok etkileyen kişilerden ‘üstad’ Necip Fazıl’ın ‘kafayı Yahudi ile bozan’ yazarların başında geldiğini biliyoruz. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu mecmuasının 1947’den itibaren değişmez konularından birisi“Yahudinin Cihan Hakimiyeti Ülküsü”ydü. 1949-1951 arasındaki Büyük Doğu’ların neredeye tamamında Yahudi-Mason karşıtı yazılar vardı. Bu yazılardaki temaları 25 Ekim 1967 tarihli Büyük Doğu’da yayımlanan “Dünyayı Yahudi güdüyor!” makalesindeki şöyle özetlemişti: “Kanuni’ye hulûlden başlayarak Türk alçalma tarihini başlatan, Yahudi…” “Tanzimat isimli felâket çığırının açıcısı, Yahudi…” “İttihat ve Terakki kuklalariyle Abdülhamid Hân’ı sırf tahtından al aşağı ederek koca İmparatorluğun tasfiye masasına yatırıcısı, Yahudi…” “Türk millî ıstırap ve inkisarının büyük ümitlerle başa geçirdiği, sâf ve temiz Anadolu çocuğu kabul ettiği, İslâm köylü Süleyman Demirel bile.. onun [Yahudi’nin] güdüm havası içindedir.”
Şimdi de yazarın hüküm cümlesini okuyalım: “Onu korkutan tek mâna İslâmiyet olmuş, korkutan şahıslar da İkinci Abdülhamid ve Hitler’den ibaret kalmıştır.”
Necip Fazıl’a göre, “Hitler sadece gözü kara, deli mizaçlı bir hesapsız olduğu için muvaffak olamamış”tı. Bu cümlenin her bir kelimesi zihniyet analizi açısından bir hazine ancak yerimiz dar. Bu yüzden hızla ilerleyelim. Necip Fazıl, yine 1960’lı yıllarda tarihin tüm ünlü figürlerini ‘sahte kahraman’ ilan ettiği Sahte Kahramanlar başlıklı konferanslarından birinde ise balans ayarı yaptı: “Elimizde Faşizma ve Nazizma kaldı.. Ve milliyetçilik… Biri eski Roma nizam ve karakterinde (Faşizm), öbürü üstün ve hakim ırk gayesi etrafında (Nasyonal Sosyalizm)… Tam komünizma ve liberalizma reaksiyonu halinde çifte reaksiyon, sağa ve sola reaksiyon, bir davranış… Ve Batının kendisine yeni bir ruh arama hamlesi… Bu hem libralizmaya ve demokrasyaya, hem komünizmaya zık… Almanya’da filozof (Haydeger) ve (Rozenberg)de, İtalya’da bazı fikircilerde ve daha ziyade (Mussolini)de fikir temeli arayan bu dava bir ideoloji olmaktan öteye bir psikoloji… Hüküm verilmiştir. Bunların ideoloji olma haysiyeti yoktur. Komünizmin var da bunların yok… (…) Ve bizim buradaki karakulaklar -karakulak diye arslanın arkasından giden, leş yiyen çakallara filan derler- (Hitler) rejimini tuttular. Eğer (Hitler) dünyaya hakim olaydı, bize Haymana Ovasını sulama vazifesini verecekti (!)…”
Necip Fazıl ne demek istemektedir? Yaptığı benzetmeler, kapalı, imalı cümleler, ünlemler, Hitler hakkındaki fikirlerinin değiştiğini mi göstermektedir? Doğrusu bu eşyanın tabiatına aykırı…(Neden böyle düşündüğümü şu yazımı okuyanlar anlayacaktır: Okumak için tıklayın)
MÜTEREDDİD HİTLERCİ: SAİD-İ NURSİ
Bediüzzaman Efsanesi ve Saidi Nursi Gerçeği (Patika Yayınları 2015) adlı önemli kitabın yazarı Emrah Cilasun’dan öğrendiğime göre, İkinci Dünya Savaşı başladığında Kastamonu’da mecburi ikamette olan, 1943-1944’te Denizli Hapishanesi’nde yatan ve savaşın sonunu Emirdağ’da karşılayan Said-i Nursi, “Milli Şef’in 1941’den 1944’e kadar İkinci Dünya Savaşı’nda izlediği politikayla Nursî’nin aynı yıllarda aldığı pozisyon arasında muazzam benzerlikler söz konusuydu. Bugüne değin üzerinde durulmamış olan bu konuya biraz daha yakından bakıldığında, kuşkusuz ‘Milli Şef’ reel politik kaygılar ve çıkarlardan hareketle, Said Nursî ise ideolojik nedenlerden ötürü pozisyon almışlardı. Ancak her iki pozisyonda neticede Nazi Almanya’sının yanına düşmekteydi. (…) Berlin-Ankara-Kafkasya hattında 1941 yılında bu ve buna benzer gelişmeler yaşanırken, Kastamonu’da, karakolun karşısındaki ahşap evde Said Nursî, ‘İslam milletine büyük darbeler vuran İngiliz ve Rusların, Alman ordusu karşısında mağlubiyetlerini büyük sevinçle’ karşılamaktaydı. Hatta bir ara Alman ordusunun muvaffakiyeti için dua etmeye başlamıştı.”
Cilasun bu iddiasını Said-i Nursi’nin en has talebelerinden, eserlerinin yayımcısı Abdülkadir Badıllı’ya dayandırıyor. Badıllı da iddiasını Said-i Nusri’nin bir başka has talebesi Tahiri Mutlu’ya dayandırıyor.
Cilasun şöyle devam ediyor: “Öte yandan Nursî’nin Alman yanlılığı hep var olmakla birlikte, savaşın başlarında ‘ya kazanamazlarsa’” diye düşünüldüğünü gösteren bir temkinliliğin de var olduğu belirtilmelidir. Muhtemelen SSCB’ye saldırı öncesinde veya esnasında kaleme aldığı bir yazıda şöyle demektedir: “Amma öteki galip cereyan [Almanya] ise, ne vakit Kur’ân’a ve Risale-i Nur’a ve bize ve İslamlara yardım etse ve Kur’ân’ın hakikatına hizmete bilfiil teşebbüs eylese, siz de o vakit Kur’ân ve Risale-i Nur hesabına onun hareketine merakla bakabilirsiniz. Yoksa şimdiden tarafgirane bakmak ile tahribatındaki zulümlere hissedar olmak ihtimali var.’ (…)” Cilasun “Bu konuya ilişkin Badıllı, Tahirî Mutlu’dan duyduklarını şöyle anlatmaktadır: ‘…Bir müddet sonra, Almanların çok acayip zulümlere başladığını ve masum çoluk çocuk demeden bombalarla imha ettiğini işitince, dua defterinden onların ismini sildi ve sırt çevirdi. Hatta Tahirî ağabey Alman mağlubiyetinin Üstad’ın duasını kesmesinden sonra başladığını söylüyordu.’ Tabii ki tamamen hurafe olan bu sözlerin bizi ilgilendiren boyutu, içerdiği siyasi muhtevadır. Alman mağlubiyeti ne zaman başlamıştır? 1943’te Stalingrad kuşat-masının yarılmasıyla mı? 1944’te başlayan Normandiya çıkartmasıyla mı? Yoksa Kızıl Ordu’nun 16 Nisan 1945’te Berlin’i kuşatmasıyla mı? Badıllı’nın aktarımlarından bunu anlamak mümkün değil. Öte yandan burada mutlaka sorulması gereken bir soru daha var. ‘Üstad’ın duasını kesmesinden’ evvel acaba Nazi Almanya’sı, ‘çok acayip zulümlere” başlamamış mıydı? Ya da ‘masum çoluk çocuk demeden bombalarla imha’ etmiyor muydu?”
Bu ve başka konularda Said-i Nursi’nin tavrını merak edenler, Emrah Cilasun’un kitabını mutlaka okumalı…
Bu kadar yazdım ama 1908-1966 arasında yayımlanan İslamcı Eşref Edip Fergan’ın Sebilürreşad dergisinde ve 1964 sonrasında İslamcı yönü ağır basan milliyetçiliğin yayın organı Yeniden Milli Mücadele dergisinde yayımlanan, Yahudilik, Masonluk, Komünizm dolayımı ile Nazizm ve Faşizm temalı yazıları veya konuyla dolaylı yoldan da ilgisi olan Filistinlilerin efsanevi lideri Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni’nin ve Bosnalı Müslümanların ‘Bilge Kralı’ Aliya İzzetbegoviç’in Hitler ve Mussolini ile ilişkilerine değinmeye fırsat olmadı. Onlar da bir başka sefere kalsın…
Nihal Atsız’dan Nurettin Topçu’ya Necip Fazıl’dan Said-i Nursi’ye kadar pek çok isim Yahudi ve komünist düşmanlığı nedeniyle Hitler hakkında olumlu yargılara sahipti
3 Nisan 2012 yaptığı AKP grup toplantısında dönemin Başbakanı Erdoğan, ‘bayram değil seyran değil’ iken, bir gazete küpürü eşliğinde Kemal Kılıçdaroğlu’na hitaben “Bize Hitler benzetmesini defalarca yaptı. (…) O dönemden iki gazete gösteriyorum. Başlık ‘Milli şefimizle Führer arasında samimi tebrikler’ Bundan daha önemli delil olur mu? Gazete malum Cumhuriyet. Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam. Altında İnönü’nün İtalya’ya gideceği yazıyor. İşte CHP budur. CHP Genel Başkanı Hitler sevdalısı arıyorsa gitsin gurur duyduğu CHP tarihine baksın orada bulur.” demişti. Elbette iktidara ve ideolojisine yakın yazarlar derhal Hitler-İnönü ilişkilerini ele alan yazılar yazmışlardı.
2014 yılı Kasım ayında, Harvard Üniversitesi’nden Stefan Ihrig’in Atatürk in the Nazi Imagination (‘Nazi Tahayyülünde Atatürk’, Harvard University Press, 2014) adlı kitabı yayımlandı. Bu sefer, 2,5 yıl önce cesaret edilemeyen yapıldı. Yandaş yazarlar, büyük bir hevesle Hitler-Atatürk ilişkilerini didiklediler. (Ben bu ilişkileri, esinlenmeleri yıllar önce konu etmiştim. 2007’den itibaren Taraf ve Radikal arşivlerimde ilgili yazıları bulabilirsiniz. Ancak Ihrig’in konuya Hitler ve Almanya taviyesinden bakan kitabındaki belgeler, bilgiler, tezler hakikaten ilginç. Onlara bir başka yazıda değinmek istiyorum izninizle.)
ÜNİTER BAŞKANLIK VE HİTLER ALMANYASI
Nihayet 31 Aralık 2015 günü Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suudi Arabistan gezisi dönüşünde Atatürk Havalimanı’nda yaptığı basın toplantısında bir soru üzerine “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu an zaten dünyada bunun örneği var geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanya’sına baktığınızda orada da bunu görürsünüz. Daha sonra değişik ülkelerde bunun örneğini görürsünüz” dedi. ‘Havuz medyası’ bu sözleri görmezden geldi, basın danışmanları ‘sözlerinin çarpıtıldığını’ iddia ettiler ama video kayıtlarıyla desteklenen Hitler Almanyası benzetmesi sosyal medyada büyük ilgi çekti. Ama daha kötüsü uluslararası ajanslar bu açıklamayı flaş haber olarak geçtiler. Bu atıf bir ‘yol kazası’ mı idi, yoksa ‘dervişin fikri neyse zikri de odur’ atasözündeki gibi zihinsel bir arka planı mı vardı? Ya da bir okurumun söylediği gibi ‘İsrail konusundaki 180 derece çarkı dengelemek için atılmış taktik bir adım mıydı, orasını bilemem. Bildiğim, Erdoğan’ın açtığı yoldan giderek, Hitler’i bir de AKP veya onu besleyen siyasi çizginin tarihinde aramanın farz olduğu. Bu konuyu yazma konusunda beni esinlendiren ve Kürşat Bumin’in bu konudaki makalesini (8 Mayıs 2010, Yeni Şafak, (okumak için tıklayın) hatırlatan sosyal medyadan takipçim ‘Konstantinopolis’e teşekkür ederim.
Hitler ve Mussolini’nin zuhur ettiği 1920’li yıllarda İslamcı veya sağ muhafazakar diye tanımlanabilecek kesimlerin Hitler ve Mussolini’nin fikirlerine ilgi duyduklarına bir bilgiye rastlamadım kaynaklarda. Ama Beşir Ayvazoğlu, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce (İletişim, 2009) dizisinin Milliyetçilik cildinde yer alan “Tanrıdağı’ndan Hıra Dağı’na” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
“Kırklarda ırkçı-Türkçülüğün yükselişi, kendileri kabul etmeseler de İtalya ve Almanya’daki gelişmelerle yakından ilgiliydi. Başta Nihal Atsız olmak üzere bütün Türkçülerin hatta Peyami Safa ve Nurettin Topçu gibi farklı çizgilerde yer alan milliyetçilerin Almanya’ya ve Hitler’e sempati duydukları bir gerçektir.”
HİTLER TRAŞLI NİHAL ATSIZ
Beşir Ayvazoğlu’nun adını andığı kişilerden ırkçı-Türkçü Nihal Atsız’ın Yahudi ve komünist düşmanlığı konusunda Hitler’e hayran olmasında bir gariplik yok.
Çanakkaleye Yürüyüş&Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferler adlı kitabında Askeri Tıbbiye anılarını anlatırken; “Hitler’e ‘merhum’ dediğim de garipsenmesin ve yine derhal faşistliğime verilmesin. Başta Moskof dostlarımız olduğu halde bunca milyon gâvur ve çıfıt öldüren bu adama merhem denmez de ne denir.” Veya “68.Vilayete Seyahat” (Ötüken,1969, S.12) başlıklı makalesinde Münih’ten bahsederken “Şehir dışındaki anayollar çok güzeldi. Bunları cennetmekân Hitler yaptırmıştı”, “Bugün o şehirde yaşayan Almanlar’dan birçoğunun hâlâ Hitlerci olduğu anlaşılıyordu. Bunlar, bazı yanlışlarına rağmen Hitler’in iyi işler yaptığını söylediler. Hele bir tanesi: ‘Ben Nasyonal-Sosyalistim. Fakat her şeyden önce Alman’ım. Almanya’nın üzerine bu kadar çirkef atan bugünkülerin Allah belâsını versin’ dedi,” diyerek Hitler sevdasını açık eder.
Nitekim II. Dünya Savaşı yıllarında saçlarını Hitler tarzı kestirip, onun gibi pozlar vermiştir. Gerçi Orkun’un 25 Mayıs 1951 tarihli sayısında bu benzerliğe dikkat çekenlere hiddetle cevap vermiştir ve de o dönemki yazılarında Hitler, Nazizm gibi konularda açık ifadeler yoktur ama Nazizmin ve Faşizmin tarihe gömülmesinden 20 yıl sonra 5 Nisan 1974 tarihli Ötüken’de yayımlanan “Faşist” adlı makalesinde şöyle der: “Faşist demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca ‘facio’ kelimesinden doğan bu sıfat, Musolini’nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına alem olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de ‘faşizm’ denmişti. Milliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar ‘nazi”’ (Nasyonal Sosyalist’ten kısaltma), İspanyollar ‘falanjist’, Belçikalılar ‘reksist’, Romenler ‘gardist’ kelimesini kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilk önce İtalya’da çıktığı için hepsine birden ‘faşizm’ demek âdet olmuştu.”
Şimdi bu ifadelerden ne anlıyoruz: Faşizm ve Nazizm, milliyetçiliğin bir türüdür! Milliyetçilik de iyi bir şeydir. Peki, Faşizmin ve Nazizmin insanlığın başına açtığı felaketler, milyonlarca ölüm, yıkım hakkında bir kaç cümle etmez mi insan? Nihal Atsız etmez…
PEYAMİ SAFA HİTLER’İ DİNLERKEN BAYILDI MI?
Ancak Peyami Safa’nın Hitler hayranlığı konusu ilginç bulunabilir. Nazım Hikmet’le, Zekeriya-Sabiha Sertel çiftiyle sert polemikleriyle ve “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Fatih-Harbiye” gibi eserleriyle ünlü Peyami Safa’nın konuya yaklaşımı temkinli ve kademelidir aslında. Örneğin 16 Mart 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Yahudiler Ne Olacak?” başlıklı yazısında Peyami Safa şöyle der: “Almanya Avusturyaya girdikten sonra ayni sistemin Tuna boyuna kadar uzanacağını anlamak için ajansları okumağa bile lüzum yoktur. Şu dakika Viyanalı Yahudi avukatın profesörün veya gazetecinin geçirdiği kabusları, bir film-jurnal sadakatile, yüzde yüz doğru olarak tahmin edebiliriz. Bu vaziyetten sonra Yahudi meselesi, yalnız Avusturyada değil, orta Avrupada ve bütün Balkanlarda müstacel davaların dosyasına girmiş oluyor.”
Ancak 23 Mart 1938 tarihli “Avusturya’nın Mezarı Önünde” makalesinde, “Viyananın Türklerden kurtuluşunu Hitler’in Cermen Almanya hesabına bir zafer olarak kayda teşebbüs etmesini ve bu arada babalarımız hakkında tuhaf mütalealar yürütmesini hayretle karşılarız…Yalnız şu var ki milliyet hissini kuvvetlendirmek için geçmiş düşmanlıklarını hatırlatmak ve tazelemek sakat bir siyaset sistemidir…Türk aleyhtarı neşriyatın Alman matbuatında tesadüfen ve dikkatsizlik yüzünden yer bulduğunu kabul ederek nasyonal sosyalist hükûmetin artık buna mani olacağını umuyoruz,” diyecektir.
Bu tarihten sonraki bir olay ise Nadir Nadi kanalıyla ‘bilinir’ olmuştur. Nadir Nadi Perde Aralığından (Cumhuriyet Yayınları, 1965) adını verdiği hatıratında şöyle bir olay anlatır: “19 Eylül’de [1939] Hitler Danzig’i ilk kez ziyaret ediyordu. Führer’in söyleyeceği büyük nutku bütün Alman istasyonları verecekti. Biz arkadaşlar matbaada toplanmış, Danzig’de yapılan muazzam töreni radyodan dinliyorduk. Mızıkalar, marşlar, coşkun bağırışmalar arasında Hitler söze âğaz eyledi. (…) Sıkıldığım için radyonun başından ayrıldım. Odama gitmek üzere kapıyı açarken, tek kelime Almanca bilmeyen Peyami’yi bir köşeye büzülmüş, heyecandan yüzü sapsarı, kendini kaybetmişcesine, parazitlerin daha da bozduğu o histerik sesi dinler gördüm….”
Nadir Nadi’nin (ve orada olanlardan Fikret Adil’in) iddiasına göre nutku dinledikten sonra Peyami Safa bayılmıştır. Bu anekdot Nadir Nadi’den aktarılarak pek çok kaynakta kullanılacaktır. Örneğin Aziz Nesin, şöyle der: “Bir tek kelime Almanca bilmediğin halde, savaş yılları boyunca her gün radyodan büyük bir vecd içinde Hitler’in nutkunu dinlediğini, bir gün de Hitler’in azgın naralarında çoşup, birden fırlayarak -Kahahayy! diye iki elini havaya kaldırdığını, sonra yüzü koyun yere kapaklanıp, sar’a nöbetleri içinde titreyerek, ağzın köpürerek çırpındığını, sonra da donup kaldığını, Cumhuriyet gazetesinde görenler, bilenler var.”
O gün Peyami Safa’nın yanında olan Vecdi Bürün ise Peyami Safa ile 25 Yıl (Yağmur Yayınları, 1978) adlı kitabında hadiseyi çok farklı anlatmıştır: 1939 Haziranı’nda çocuğu Merve’ye hamile olan Nebahat Hanım’ın durumu ağırlaşır ve hastahaneye kaldırılır. Doktorlar doğumun an meselesi olduğunu söyledikleri için Peyami Safa geceleri geç saatlere kadar hastahanede kalmaktadır.
Vecdi Bürün, dostunu hiç yalnız bırakmadığını, üç gece arka arkaya hastahanede sabahladıklarını, nihayet Merve’nin dünyaya geldiğini ve bu sevinç verici hadiseden sonra gazeteye gidebildiklerini anlatır ve şöyle devam eder: “İkimiz de yorgunduk (…) Yazı işleri müdürü Feridun Osman’ın odasındaki radyodan sesler geliyordu. Peyami Safa, sinirleri son derece gergin bir halde radyoyu dinlemek istedi. Odada Ahmet Hidayet Reel’den başka Fikret Adil de vardı. Fikret Adil dedikoduculuğu ile ün yapmış bir edebiyat meraklısıydı. Radyo Adolf Hitler’in konuşacağını bildirdi. Almanya’nın Führer’i dehşet verici bir sesle konuşmaya başladı. Hitler’in konuşmasından bir dakika kadar sonra, Peyami Safa’nın oturduğu koltuktan yana doğru kaykıldığı görüldü. Bayılmıştı. Hemen sular, kolonyalar koşturuldu. Gömleğinin yakası açıldı, şakakları ve bilekleri kolonya ile ovuldu. İki üç dakika sonra üstadın gözleri açıldı. Durumun ne olduğunu hemen anlamıştı (…) Bu bayılmanın sebebi besbelliydi. Zaten zayıf bünyeli olan Peyami Safa hastahanede uzun geceler beklemekten gelen yorgunluğa dayanamamıştı. Fikret Adil bu olayı etrafa şöyle yayacaktı: Hitler konuşurken Peyami Safa öyle heyecanlandı, öyle heyecanlandı ki, sonunda koltuğa yığılıp kaldı!”
Beşir Ayvazoğlu, bu farklı anlatıları ihtiyatla karşılamak gerektiğini, çünkü Nadir Nadi’nin savaş yıllarında Cumhuriyet’te yazdığı baş makalelerin Alman yanlısı ifadelerle dolu olduğunu, Vecdi Bürün’ün ise Peyami Safa’ya aşırı derecede bağlı biri olduğu için nesnel olamayabileceğini ima eder. (Nadir Nadi’nin ve başka ünlü gazetecilerin Nazi sempatizanlığı hakkında şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın)
SADIK BİR HİTLER HAYRANI: NURETTİN TOPÇU
Beşir Ayvazoğlu’nun adını andığı üçüncü kişi olan Nurettin Topçu’ya gelince… İrade, Hareket, İsyan adlı kitabın yazarı Mehmet Birgül tarafından “Filozof ama mistik; Müslüman ama İslamcı değil; milliyetçi ama Türkçü değil; tarih şuuruna sahip ama Osmanlıcı değil; Batılı ama kesinlikle Batıcı değil.” diye tarif edilen Nurettin Topçu, İsmail Kara’nın Dergâh dergisi için kaleme aldığı “Bir Kâseden Bin Neşve Peydâ” adlı yazısına da konu olur. Yazının konumuzla ilgili bölümü şöyledir:
“Uzunlamasına küçük bir oda. Camekân kısmında büyükçe ve güzel bir [Mehmed] Akif [Ersoy] fotoğrafının yer aldığı alttan çekmeceli bir büfe, pencerenin karşı davarında alt kısmı çift kapaklı ahşap mütevazi bir kütüphane (…) ciltsiz kitapların çoğu kırmızıya çalan kağıtlarla kaplı, bu duvarda Hüseyin Avni Ulaş’ın, pencere tarafındaki duvarda Hitler’in fotoğrafı asılı….”
Kaynaklarda Nurettin Topçu’nun ısrarlı sorulara rağmen bu üç fotoğrafın gerekçelerini açıklamadığı yazılı.
İSMAİL KARA: “HİTLER DEYİNCE….”
İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde (Dergâh Yayınları) adlı hatıratında konuyla ilgili şöyle diyor: “Bugün Hitler dendiği zaman insanların aklına İkinci Dünya Savaşı sonrasında, büyük ölçüde Yahudilerin tahakkümündeki sinema dünyasının, basın-yayın organlarının icat ve inşa ettiği Hitler tipi geliyor: Meczup, gaddar, cahil, nutuk budalası, toplama kampları, gamalı haç, gadre uğramış ve katledilmiş Yahudiler. İkinci Dünya Savaşı bitene kadar bütün dünyada, hususen İngiltere’nin, Fransa’nın, Rusya’nın gadrine, işgaline uğramış ülkelerde, bu arada Türkiye’de de Hitler kesinlikle böyle biri değildi; dünyaya nadir gelen bir kahraman, hem de cihanı titreten bilge bir kahramandı. 1930’lu yılların TBMM albümlerine, üniversite yıllıklarına, gazete sayfalarına bakarsanız sizi ekseriyetle, şimdi sadece filmlerde gördüğümüz ‘Hitler bıyığı’ karşılayacak. Nurettin Bey’in bu genel gidişten ayrılan önemli bir tarafı var: Herkes vazgeçtikten sonra o devam etti, hem de aleni denilebilecek bir tarzda. Çünkü Hitler’e olan ilgisi ortalıktaki aktüel hissiyattan ve galebe çalma, meydan okuma, bıyığı taklit etme duygularından ötede bir şeydi. (…) Hafızam beni yanıltmıyorsa yazılarında Hitler hiç geçmiyor, ne müsbet, ne de menfi olarak. (…) Bana kalırsa, Hitler’in Alman idealist ruhuyla meczolmuş iradesine, hareket adamlığına ve mücadele ezmine hayranlık besliyor olmalıydı. Nurettin Bey’de dinî, siyasi ve ahlâkî vecheleri olan derin/felsefi Yahudi düşmanlığı, bunun paralelinde kuvvetli bir kapitalizm ve masunluk karşıtlığı vardı; dönemsel unsurlar yanında belki bunlar da hayranlığı besliyordu…”
Gerçekten de, Nurettin Topçu, başkaları gibi fikirlerinden çark etmemiş, Hitler’in ve Nazizmin lanetli bir geçmiş haline geldiği 1945 sonrasında defalarca Hitler’e atıfta bulunmuştu. Bunlardan bazılarını tarih sırasına koyarak aktarayım: “Yavuz Selim, Alpaslan’dan daha genç, Hitler, İskender’den daha zindedir. Gandi, Buda’dan daha taze, Yunus, Sen Pol’den daha cezbelidir. Kalven, Luther’den daha samimi, Hüseyin Avni, Dalton’dan daha ateşlidir.” (1959) “Alman üniversiteleri, 18. asırda, arza sığamayan bir idealizmin kurucuları oldular. Öyle ki, Hegel’de Hitler’i tanımak kabildir. Zira kollar daima beyne bağlı kalmışlardır.” (1960) “Hem insanlık adı altında toplanan bütün meziyetler, nasıl olursa olsun, harbi kazanan tarafa mı aitmiş? Vaktiyle Hitler’in istila senelerinde Alman şansölyesini göklere çıkaran ve tıpkı şimdiki Müslümanlar gibi yenilgiye uğrayan Fransızları o zaman dejenere olmakla itham eden kuvvet müdahenecileri, Hitler yenilir yenilmez, Amerika’dan gelen Yahudi temposuna uyarak, onu yerlerin dibine geçirmekte tereddüt göstermediler.” (1967) “Hitler, ideali hülyaya çiğnetti. Gazi Osman Paşa, Plevne ufuklarında bütün bayağı realiteyi kutsal vatan idealine feda etmesini bildiğinden, kılıcını teslim ederken bile, davanın muzaffer ve şerefli sahibi olarak kaldı.” (1971) Nurettin Topçu Hitler hakkında, bazen de susarak bir şey söyler. Örneğin Mayıs 1965’te kaleme aldığı Büyük Fetih kitabındaki Fatihler ve Zalimler başlıklı bölümde tarihin gelmiş geçmiş tüm kan içicilerini saydığı halde Hitler’in ve Almanya’nın adını ağzına almamıştır.
‘KAFAYI YAHUDİ İLE BOZAN’ NECİP FAZIL
Beşir Ayvazoğlu’nun ve İsmail Kara’nın bu bağlamda adını anmadığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı en çok etkileyen kişilerden ‘üstad’ Necip Fazıl’ın ‘kafayı Yahudi ile bozan’ yazarların başında geldiğini biliyoruz. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu mecmuasının 1947’den itibaren değişmez konularından birisi“Yahudinin Cihan Hakimiyeti Ülküsü”ydü. 1949-1951 arasındaki Büyük Doğu’ların neredeye tamamında Yahudi-Mason karşıtı yazılar vardı. Bu yazılardaki temaları 25 Ekim 1967 tarihli Büyük Doğu’da yayımlanan “Dünyayı Yahudi güdüyor!” makalesindeki şöyle özetlemişti: “Kanuni’ye hulûlden başlayarak Türk alçalma tarihini başlatan, Yahudi…” “Tanzimat isimli felâket çığırının açıcısı, Yahudi…” “İttihat ve Terakki kuklalariyle Abdülhamid Hân’ı sırf tahtından al aşağı ederek koca İmparatorluğun tasfiye masasına yatırıcısı, Yahudi…” “Türk millî ıstırap ve inkisarının büyük ümitlerle başa geçirdiği, sâf ve temiz Anadolu çocuğu kabul ettiği, İslâm köylü Süleyman Demirel bile.. onun [Yahudi’nin] güdüm havası içindedir.”
Şimdi de yazarın hüküm cümlesini okuyalım: “Onu korkutan tek mâna İslâmiyet olmuş, korkutan şahıslar da İkinci Abdülhamid ve Hitler’den ibaret kalmıştır.”
Necip Fazıl’a göre, “Hitler sadece gözü kara, deli mizaçlı bir hesapsız olduğu için muvaffak olamamış”tı. Bu cümlenin her bir kelimesi zihniyet analizi açısından bir hazine ancak yerimiz dar. Bu yüzden hızla ilerleyelim. Necip Fazıl, yine 1960’lı yıllarda tarihin tüm ünlü figürlerini ‘sahte kahraman’ ilan ettiği Sahte Kahramanlar başlıklı konferanslarından birinde ise balans ayarı yaptı: “Elimizde Faşizma ve Nazizma kaldı.. Ve milliyetçilik… Biri eski Roma nizam ve karakterinde (Faşizm), öbürü üstün ve hakim ırk gayesi etrafında (Nasyonal Sosyalizm)… Tam komünizma ve liberalizma reaksiyonu halinde çifte reaksiyon, sağa ve sola reaksiyon, bir davranış… Ve Batının kendisine yeni bir ruh arama hamlesi… Bu hem libralizmaya ve demokrasyaya, hem komünizmaya zık… Almanya’da filozof (Haydeger) ve (Rozenberg)de, İtalya’da bazı fikircilerde ve daha ziyade (Mussolini)de fikir temeli arayan bu dava bir ideoloji olmaktan öteye bir psikoloji… Hüküm verilmiştir. Bunların ideoloji olma haysiyeti yoktur. Komünizmin var da bunların yok… (…) Ve bizim buradaki karakulaklar -karakulak diye arslanın arkasından giden, leş yiyen çakallara filan derler- (Hitler) rejimini tuttular. Eğer (Hitler) dünyaya hakim olaydı, bize Haymana Ovasını sulama vazifesini verecekti (!)…”
Necip Fazıl ne demek istemektedir? Yaptığı benzetmeler, kapalı, imalı cümleler, ünlemler, Hitler hakkındaki fikirlerinin değiştiğini mi göstermektedir? Doğrusu bu eşyanın tabiatına aykırı…(Neden böyle düşündüğümü şu yazımı okuyanlar anlayacaktır: Okumak için tıklayın)
MÜTEREDDİD HİTLERCİ: SAİD-İ NURSİ
Bediüzzaman Efsanesi ve Saidi Nursi Gerçeği (Patika Yayınları 2015) adlı önemli kitabın yazarı Emrah Cilasun’dan öğrendiğime göre, İkinci Dünya Savaşı başladığında Kastamonu’da mecburi ikamette olan, 1943-1944’te Denizli Hapishanesi’nde yatan ve savaşın sonunu Emirdağ’da karşılayan Said-i Nursi, “Milli Şef’in 1941’den 1944’e kadar İkinci Dünya Savaşı’nda izlediği politikayla Nursî’nin aynı yıllarda aldığı pozisyon arasında muazzam benzerlikler söz konusuydu. Bugüne değin üzerinde durulmamış olan bu konuya biraz daha yakından bakıldığında, kuşkusuz ‘Milli Şef’ reel politik kaygılar ve çıkarlardan hareketle, Said Nursî ise ideolojik nedenlerden ötürü pozisyon almışlardı. Ancak her iki pozisyonda neticede Nazi Almanya’sının yanına düşmekteydi. (…) Berlin-Ankara-Kafkasya hattında 1941 yılında bu ve buna benzer gelişmeler yaşanırken, Kastamonu’da, karakolun karşısındaki ahşap evde Said Nursî, ‘İslam milletine büyük darbeler vuran İngiliz ve Rusların, Alman ordusu karşısında mağlubiyetlerini büyük sevinçle’ karşılamaktaydı. Hatta bir ara Alman ordusunun muvaffakiyeti için dua etmeye başlamıştı.”
Cilasun bu iddiasını Said-i Nursi’nin en has talebelerinden, eserlerinin yayımcısı Abdülkadir Badıllı’ya dayandırıyor. Badıllı da iddiasını Said-i Nusri’nin bir başka has talebesi Tahiri Mutlu’ya dayandırıyor.
Cilasun şöyle devam ediyor: “Öte yandan Nursî’nin Alman yanlılığı hep var olmakla birlikte, savaşın başlarında ‘ya kazanamazlarsa’” diye düşünüldüğünü gösteren bir temkinliliğin de var olduğu belirtilmelidir. Muhtemelen SSCB’ye saldırı öncesinde veya esnasında kaleme aldığı bir yazıda şöyle demektedir: “Amma öteki galip cereyan [Almanya] ise, ne vakit Kur’ân’a ve Risale-i Nur’a ve bize ve İslamlara yardım etse ve Kur’ân’ın hakikatına hizmete bilfiil teşebbüs eylese, siz de o vakit Kur’ân ve Risale-i Nur hesabına onun hareketine merakla bakabilirsiniz. Yoksa şimdiden tarafgirane bakmak ile tahribatındaki zulümlere hissedar olmak ihtimali var.’ (…)” Cilasun “Bu konuya ilişkin Badıllı, Tahirî Mutlu’dan duyduklarını şöyle anlatmaktadır: ‘…Bir müddet sonra, Almanların çok acayip zulümlere başladığını ve masum çoluk çocuk demeden bombalarla imha ettiğini işitince, dua defterinden onların ismini sildi ve sırt çevirdi. Hatta Tahirî ağabey Alman mağlubiyetinin Üstad’ın duasını kesmesinden sonra başladığını söylüyordu.’ Tabii ki tamamen hurafe olan bu sözlerin bizi ilgilendiren boyutu, içerdiği siyasi muhtevadır. Alman mağlubiyeti ne zaman başlamıştır? 1943’te Stalingrad kuşat-masının yarılmasıyla mı? 1944’te başlayan Normandiya çıkartmasıyla mı? Yoksa Kızıl Ordu’nun 16 Nisan 1945’te Berlin’i kuşatmasıyla mı? Badıllı’nın aktarımlarından bunu anlamak mümkün değil. Öte yandan burada mutlaka sorulması gereken bir soru daha var. ‘Üstad’ın duasını kesmesinden’ evvel acaba Nazi Almanya’sı, ‘çok acayip zulümlere” başlamamış mıydı? Ya da ‘masum çoluk çocuk demeden bombalarla imha’ etmiyor muydu?”
Bu ve başka konularda Said-i Nursi’nin tavrını merak edenler, Emrah Cilasun’un kitabını mutlaka okumalı…
Bu kadar yazdım ama 1908-1966 arasında yayımlanan İslamcı Eşref Edip Fergan’ın Sebilürreşad dergisinde ve 1964 sonrasında İslamcı yönü ağır basan milliyetçiliğin yayın organı Yeniden Milli Mücadele dergisinde yayımlanan, Yahudilik, Masonluk, Komünizm dolayımı ile Nazizm ve Faşizm temalı yazıları veya konuyla dolaylı yoldan da ilgisi olan Filistinlilerin efsanevi lideri Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni’nin ve Bosnalı Müslümanların ‘Bilge Kralı’ Aliya İzzetbegoviç’in Hitler ve Mussolini ile ilişkilerine değinmeye fırsat olmadı. Onlar da bir başka sefere kalsın…
Kaynak: Radikal, 03.01.2016
Paylaş: