Rita Ender
İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen, “Nazileri Yargılamak: Bitmeyen Bir Tarih” başlıklı konferansa konuşmacı olarak katılan Annette Wieviorka ile söyleştik…
Söylem analisti olan ve yıllarca sözcükler üzerine düşünen Roland Barthes ‘Bir Aşk Söyleminden Parçalar’ adlı kitabında “Sözler nedir ki? Bir damla gözyaşı çok daha fazlasını söyleyecektir” der. Bu yüzden, soykırımları sözlerle tarif etmek hiç mümkün olmamıştır. Hiçbir sözcük yeterli gelmemiş, hiçbir anlatı acıyı tam olarak ifade edememiş ve hiçbir söz öbeği bu insanlık suçunu tanımlayamamıştır. Son söz söylenmemiştir. Tarihçi Annette Wieviorka’ya göre söylenemeyecektir de çünkü ona göre; “Henüz her şey yazılmadı ve asla yazılmış olmayacak. Çünkü yeni belgeler su yüzüne çıkıyor ve yeni sorular soruluyor.” Bu sorulara yanıt vermek üzere, geçtiğimiz hafta İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen, “Nazileri Yargılamak: Bitmeyen Bir Tarih” başlıklı konferansa konuşmacı olarak katılan Annette Wieviorka ile söyleştik…
Yahudi Soykırımı bugün, tüm tarih ve hafıza çalışmaları sonrasında nasıl tanımlanıyor? Hangi sözcükler kullanılıyor?
Biz, çok uzun zaman boyunca buna bir isim vermedik, veremedik. Mesela Fransa’da savaş sırasında yalnızca ‘savaş’ dendi. Ana dili Yidiş olan kişiler yani kurbanların çoğunluğu, bunu ‘yıkım’ olarak adlandırdı. ‘Yıkım’ , ‘Ağlama Duvarının Yıkılışı’nda da kullanılmış olan kavramdı ve bu anlamda Yahudiler açısından yaşanmış üçüncü yıkımdan söz ediliyordu. Sonra, yavaş yavaş ‘soykırım’ terimi kullanılmaya başlandı: 1944’te bir hukukçu olan Rafael Lemkin tarafından ‘soykırım’ terimi türetildi. ‘Holokost’ ise daha ziyade Anglosakson dünyada kullanıldı. ABD’yi düşünürsek örneğin, Washington’da Holokost Anıtı var. Latin Amerika’da da Holokost terimi kullanılıyor ve bu kullanım konusunda ABD’de herhangi bir tartışma yok. Biz Fransa’da ‘Holokost’ terimini kullanmak istemedik. Sözcüğün tanımı üzerinde durduk. Holokost, Tanrı’ya veya tanrılara bir şeyi kurban etmektir ve sunulan kurban ateşle yanıp kül olur. Dolayısıyla Yahudi soykırımı ‘holokost’ olarak tanımlanamazdı, çünkü orada bu anlamda bir kurban yoktu. Fransa’da 1970’lerden itibaren, İsrail’de kullanılan ve İbranice bir terim olan ‘Shoah’yı kullanmaya başladık. Yönetmen Claude Lanzmann büyük filmi Shoah’yı yaptı ve sonra bu terim kabullenildi. Bu terimin çok çabuk kabul edilmesinde bazı kurumların ve Yahudi cemaati sorumlularının gücü önemliydi. Örneğin, Paris’teki ‘Meçhul Yahudi Şehidi Anıtı’nın adı, 2005’te ‘Shoah Anıtı’ oldu. Fransa’daki Yahudilerin mallarının yağmalanması hakkında yapılan çalışmalar sonucu elde edilen tazminatlar ile Shoah Anıtı için bir vakıf kurmaya karar verdik ve ‘Shoah’ terimini bu vakıfta da kullandık. Fakat örneğin bazen Fransa’da milli eğitim düzenlemelerinde ‘Shoah’ teriminin kullanımı tartışmalara yol açıyor çünkü bu sözcük Fransızca değil, İbranice ve kutsal kitapla ilgili. İsrail de ‘Shoah’yı kullanıyor. Anma gününün adı ‘Yom Hashoah’, yani ‘Shoah’yı Hatırlama Günü’. Yad Vashem Müzesi’ndeki anıtın adı da ‘Shoah Anıtı’… Demek ki bu durum, ülkeye bağlı.
Fransa’nın, İbranicede ‘felaket’ anlamını taşıyan ‘Shoah’ı kullanmayı tercih etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu, özür veya acının, acı çekmiş insanların diliyle tanınması mı?
Hayır sanmıyorum. 1970’lerde ve 80’lerde Fransa’da bu terimler üzerine büyük tartışma oldu. Bunun sonucunda, Yahudi Soykırımı’nın özel bir karakteri olduğu meselesinin kendini iyi ortaya koyduğunu düşünüyorum. Bugün eğer soykırım terimini kullanmaktan vazgeçiyorsak, bu özel bir sebepten kaynaklanıyor: Brigitte Bardot ismi sizin için bir şey ifade ediyor mu? Ünlü Fransız aktristi Brigitte Bardot hayatını hayvan haklarını savunmaya adamıştı. 1970’lerde bebek fok balıklarının soykırıma uğramasına karşı uluslararası bir kampanyaya katıldı. O dönemde kürk manto giyen kadınlara filan saldırılıyor. Fakat burada, fok balıkları için ‘soykırım’ kelimesinin kullanılıyor olması, herhangi bir şey için soykırım denilebileceğini düşündürdü. Bu yüzden bizim herhangi bir şey için kullanılamayacak bir kelime bulmamız gerekiyordu.
Kelimeler, anılar, tanıklıklar üzerine bugün nasıl çalışmalar yapılıyor? ‘Shoah Üzerine Yeni Perspektifler’ isimli bir kitabınız yayınlandı. Sizce Shoah’nın bugün nasıl bir görünümü var?
Şu anda kolektif tarihi, bireysel hatıralardan yola çıkarak bulmak isteyen çok fazla eser var. Bu eserler “kişiden kişiye” yönelen bir anlatım içerebiliyor, örneğin genç bir tarihçi olan Ivan Jablonka’nın ‘Histoire des grands-parents que je n’ai pas eus’ (Sahip Olmadığım Büyükaane-Büyükbabaların Hikâyesi) kitabı gibi. Ya da, bir grubun tarihi anlatılabiliyor; Claire Zalc ve Nicolas Mariot’un “Face à la persécution: 991 Juifs dans la guerre” ( Kıyımla Yüz Yüze: Savaş Döneminde 991 Yahudi) isimli kitabı gibi. Bu kitapta, Fransa’nın Valenciennes şehrindeki 991 Yahudi ele alınıyor. Bu, tarih yazımının güncel eğilimi. Bu yolla mikro tarih dediğimiz tarih çalışmaları yapılmaya çalışılıyor. Örneğin Yunanistan’da, tarih profesörü, Henriette-Rika Benveniste, Yunanistan Yahudileri içinde faklı kaderleri olan grupları inceledi.
Kamplardan geri dönebilmiş insanlar için döndükleri, gittikleri yerlerde adalet sağlanabildi mi?
Bu konuda bir sürü ülke gerçekten sahici çalışmalar yaptı. Örnek vereceğim: Almanya. Almanya tüm sorumluluğunu kabul etti. Savaş sonrasındaki yıllarda, bireysel ve kolektif iyileştirmeler üzerine, 1980’lerdan sonra ise onarma-tazminat bakımından önemli çalışmalar yapıldı. Bugün özellikle “nihai çözüm” meselesinin ortaya konulmasında Alman tarihçiler, dünyadaki en iyi tarihçiler arasındadır. Bugün Berlin’de gezerseniz Shoah’ya dair bir anıt, bir anma yazısı görmeden tek adım atamazsınız. Yolda, duvarda; her yerde küçük tabelalar var. Üzerlerinde yazıyor: “Burada şu aile yaşamıştır.” Geç kalınmasına rağmen bugün dünyada hukuki çalışmalar da yapıldı, yapılıyor.
‘Ermeni Soykırımı, uluslararası hukukun oluşuna göre çok erken yaşandı’
Bütün bunları bu konuda bir yargılama yapılmayan Türkiye’de tartışıyor, anlatıyor olmak hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her şeyden önce şu anda Türkiye’de insanlar bu tarihi, bu hikâyeyi biliyorlar. Fakat insan kendisine soruyor; Türkiye’de konuyu ne kadar biliyorlar? Ve tabii ki, bunlar konuşulurken, insan Ermeni meselesini düşünmeden edemiyor. Hiçbir tarihi olay bir başkasına benzemez. Ama eğer bir şeyleri onarmadan, adaletten bahsediyorsak; bu bir zaman, zamanlama meselesidir. Bugün fark ediyoruz ki, uluslararası anlamda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm düzene konulmuş olan şeyler, aslında Birinci Dünya Savaşı sonrasında düzene konulmak istenmiş fakat konulamamış şeylerdi. Birincisinde denendi, olmadı. Yarı yarıya oldu. Tarih kendini tekrarlar; ikincisinde denendi ve bu sefer oldu, “başarıldı”. İşte bu bakımdan, tarihte emsalsiz olan bir dünya örneğinden bahsediyoruz. Ermeni Soykırımı, uluslararası hukukun oluşuma göre çok erken yaşandı çünkü uluslararası hukukun gerçek başlangıcı Nürnberg Yargılamaları’dır. Onun sonrasında olanlar, şimdi konuşulanlar evrensel yetki ile ilgili. Örneğin şu anda Fransa’da, Ruanda katliamından sorumlu olduğu öne sürülen Pascal Simbikangwa yargılanıyor. Fransa’da, Tutsilere karşı işlenmiş soykırım suçu ile yargılanıyor. Nasıl? Evrensel yetki kuralı gereği. Bugün evrensel yetki kuralı, insanlığa karşı suç işleyen birilerinin herhangi bir yerde yargılanmasını mümkün kılıyor.
Bir tarihçi olarak siz, soykırımların üzerinden yıllar geçtikten sonra, hukuk ile yasa ile bir şeylerin yapılmasının, yapılabilmesinin mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır, hukuk orada yargılamak için duruyor. Şu anda Almanya’da bir güncel hareket var; ‘Son Şans Operasyonu’. ‘Geç. Ama Çok Geç Değil” ( Sbat. Aber Nicht Zu Sbat.) sloganı ile, hayatta kalan 100-120 Nazi’yi yakalamaya ve yargılamaya çalışıyorlar. Yargılamak için, gerçek adalete ulaşmak için özgürlüğe sahip olmak zorundayız. Adaletin tanrısal kalmasını istiyorsak bağımsız yargılamalıyız fakat Naziler, bugün çok yaşlılar. 85, 90 yaşındalar ve bu kadar yaşlı insanları yargılamanın garip bir etkisi vardır. Sonra, artık tanık yok. Sonra, yargılanan insanlar, örneğin Aushwitz’deki bir gardiyan gibi, genelde küçük sorumlulukları olan insanlar oldukları için; arşivlerden, bu insanlar hakkındaki belgelere ulaşılamıyor. Bu davalarda adalet nasıl sağlanabilir?
Mağdurlar bu davalardan ne bekliyorlar?
Hiçbir şey. Bu davalar ve olanlar onların talebi değil. Yahudi derneklerinin ve onlarla beraber çalışan başka evrensel kurumların talepleri ve beklentileri var. Kurtulanların yok.
Çünkü kurtulanlar da çok yaşlılar ve çünkü uluslararası hukuk alanında tanınma konusunda yapılmış olan şeyler, onları sakinleştirdi. Bireysel olarak tanınmaya ihtiyaç duyduklarını düşünmüyorum ama yaşanmış olanların tarihe kaydedilmesine ihtiyaç duyuyorlar. Bireysel olanın değil kolektif olanın anlatılmasına ihtiyaç duyuyorlar bence.
Yaşanmış olanın tekrar yaşanabileceğini düşünüyorlar mı? Bunun, ‘Bir daha asla!’ denmesine rağmen yeniden yaşanmasından korkuluyor mu?
Tabii ki korkuyoruz. Her antisemit gösteri olduğunda, insanlar Shoah’nın yeniden başlamasından korkuyor. Bugün Fransa’da hâlâ, insanların ‘Yahudiler dışarı’ diye sokaklarda bağırdığını duyuyoruz. Yahudiler üç ya da dört kuşaktan beri Fransız. Bu söylem hem garip, hem de birileri için korkutucu değil mi? Bunun yersiz bir korku olduğunu düşünmüyorum…
Kaynak: Agos, 26.02.2014 http://www.agos.com.tr/tr/yazi/6578/holokost-yerine-shoah-teriminin-kullanimi-tartismalara-yol-aciyor
Rita Ender
İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen, “Nazileri Yargılamak: Bitmeyen Bir Tarih” başlıklı konferansa konuşmacı olarak katılan Annette Wieviorka ile söyleştik…
Söylem analisti olan ve yıllarca sözcükler üzerine düşünen Roland Barthes ‘Bir Aşk Söyleminden Parçalar’ adlı kitabında “Sözler nedir ki? Bir damla gözyaşı çok daha fazlasını söyleyecektir” der. Bu yüzden, soykırımları sözlerle tarif etmek hiç mümkün olmamıştır. Hiçbir sözcük yeterli gelmemiş, hiçbir anlatı acıyı tam olarak ifade edememiş ve hiçbir söz öbeği bu insanlık suçunu tanımlayamamıştır. Son söz söylenmemiştir. Tarihçi Annette Wieviorka’ya göre söylenemeyecektir de çünkü ona göre; “Henüz her şey yazılmadı ve asla yazılmış olmayacak. Çünkü yeni belgeler su yüzüne çıkıyor ve yeni sorular soruluyor.” Bu sorulara yanıt vermek üzere, geçtiğimiz hafta İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen, “Nazileri Yargılamak: Bitmeyen Bir Tarih” başlıklı konferansa konuşmacı olarak katılan Annette Wieviorka ile söyleştik…
Yahudi Soykırımı bugün, tüm tarih ve hafıza çalışmaları sonrasında nasıl tanımlanıyor? Hangi sözcükler kullanılıyor?
Biz, çok uzun zaman boyunca buna bir isim vermedik, veremedik. Mesela Fransa’da savaş sırasında yalnızca ‘savaş’ dendi. Ana dili Yidiş olan kişiler yani kurbanların çoğunluğu, bunu ‘yıkım’ olarak adlandırdı. ‘Yıkım’ , ‘Ağlama Duvarının Yıkılışı’nda da kullanılmış olan kavramdı ve bu anlamda Yahudiler açısından yaşanmış üçüncü yıkımdan söz ediliyordu. Sonra, yavaş yavaş ‘soykırım’ terimi kullanılmaya başlandı: 1944’te bir hukukçu olan Rafael Lemkin tarafından ‘soykırım’ terimi türetildi. ‘Holokost’ ise daha ziyade Anglosakson dünyada kullanıldı. ABD’yi düşünürsek örneğin, Washington’da Holokost Anıtı var. Latin Amerika’da da Holokost terimi kullanılıyor ve bu kullanım konusunda ABD’de herhangi bir tartışma yok. Biz Fransa’da ‘Holokost’ terimini kullanmak istemedik. Sözcüğün tanımı üzerinde durduk. Holokost, Tanrı’ya veya tanrılara bir şeyi kurban etmektir ve sunulan kurban ateşle yanıp kül olur. Dolayısıyla Yahudi soykırımı ‘holokost’ olarak tanımlanamazdı, çünkü orada bu anlamda bir kurban yoktu. Fransa’da 1970’lerden itibaren, İsrail’de kullanılan ve İbranice bir terim olan ‘Shoah’yı kullanmaya başladık. Yönetmen Claude Lanzmann büyük filmi Shoah’yı yaptı ve sonra bu terim kabullenildi. Bu terimin çok çabuk kabul edilmesinde bazı kurumların ve Yahudi cemaati sorumlularının gücü önemliydi. Örneğin, Paris’teki ‘Meçhul Yahudi Şehidi Anıtı’nın adı, 2005’te ‘Shoah Anıtı’ oldu. Fransa’daki Yahudilerin mallarının yağmalanması hakkında yapılan çalışmalar sonucu elde edilen tazminatlar ile Shoah Anıtı için bir vakıf kurmaya karar verdik ve ‘Shoah’ terimini bu vakıfta da kullandık. Fakat örneğin bazen Fransa’da milli eğitim düzenlemelerinde ‘Shoah’ teriminin kullanımı tartışmalara yol açıyor çünkü bu sözcük Fransızca değil, İbranice ve kutsal kitapla ilgili. İsrail de ‘Shoah’yı kullanıyor. Anma gününün adı ‘Yom Hashoah’, yani ‘Shoah’yı Hatırlama Günü’. Yad Vashem Müzesi’ndeki anıtın adı da ‘Shoah Anıtı’… Demek ki bu durum, ülkeye bağlı.
Fransa’nın, İbranicede ‘felaket’ anlamını taşıyan ‘Shoah’ı kullanmayı tercih etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu, özür veya acının, acı çekmiş insanların diliyle tanınması mı?
Hayır sanmıyorum. 1970’lerde ve 80’lerde Fransa’da bu terimler üzerine büyük tartışma oldu. Bunun sonucunda, Yahudi Soykırımı’nın özel bir karakteri olduğu meselesinin kendini iyi ortaya koyduğunu düşünüyorum. Bugün eğer soykırım terimini kullanmaktan vazgeçiyorsak, bu özel bir sebepten kaynaklanıyor: Brigitte Bardot ismi sizin için bir şey ifade ediyor mu? Ünlü Fransız aktristi Brigitte Bardot hayatını hayvan haklarını savunmaya adamıştı. 1970’lerde bebek fok balıklarının soykırıma uğramasına karşı uluslararası bir kampanyaya katıldı. O dönemde kürk manto giyen kadınlara filan saldırılıyor. Fakat burada, fok balıkları için ‘soykırım’ kelimesinin kullanılıyor olması, herhangi bir şey için soykırım denilebileceğini düşündürdü. Bu yüzden bizim herhangi bir şey için kullanılamayacak bir kelime bulmamız gerekiyordu.
Kelimeler, anılar, tanıklıklar üzerine bugün nasıl çalışmalar yapılıyor? ‘Shoah Üzerine Yeni Perspektifler’ isimli bir kitabınız yayınlandı. Sizce Shoah’nın bugün nasıl bir görünümü var?
Şu anda kolektif tarihi, bireysel hatıralardan yola çıkarak bulmak isteyen çok fazla eser var. Bu eserler “kişiden kişiye” yönelen bir anlatım içerebiliyor, örneğin genç bir tarihçi olan Ivan Jablonka’nın ‘Histoire des grands-parents que je n’ai pas eus’ (Sahip Olmadığım Büyükaane-Büyükbabaların Hikâyesi) kitabı gibi. Ya da, bir grubun tarihi anlatılabiliyor; Claire Zalc ve Nicolas Mariot’un “Face à la persécution: 991 Juifs dans la guerre” ( Kıyımla Yüz Yüze: Savaş Döneminde 991 Yahudi) isimli kitabı gibi. Bu kitapta, Fransa’nın Valenciennes şehrindeki 991 Yahudi ele alınıyor. Bu, tarih yazımının güncel eğilimi. Bu yolla mikro tarih dediğimiz tarih çalışmaları yapılmaya çalışılıyor. Örneğin Yunanistan’da, tarih profesörü, Henriette-Rika Benveniste, Yunanistan Yahudileri içinde faklı kaderleri olan grupları inceledi.
Kamplardan geri dönebilmiş insanlar için döndükleri, gittikleri yerlerde adalet sağlanabildi mi?
Bu konuda bir sürü ülke gerçekten sahici çalışmalar yaptı. Örnek vereceğim: Almanya. Almanya tüm sorumluluğunu kabul etti. Savaş sonrasındaki yıllarda, bireysel ve kolektif iyileştirmeler üzerine, 1980’lerdan sonra ise onarma-tazminat bakımından önemli çalışmalar yapıldı. Bugün özellikle “nihai çözüm” meselesinin ortaya konulmasında Alman tarihçiler, dünyadaki en iyi tarihçiler arasındadır. Bugün Berlin’de gezerseniz Shoah’ya dair bir anıt, bir anma yazısı görmeden tek adım atamazsınız. Yolda, duvarda; her yerde küçük tabelalar var. Üzerlerinde yazıyor: “Burada şu aile yaşamıştır.” Geç kalınmasına rağmen bugün dünyada hukuki çalışmalar da yapıldı, yapılıyor.
‘Ermeni Soykırımı, uluslararası hukukun oluşuna göre çok erken yaşandı’
Bütün bunları bu konuda bir yargılama yapılmayan Türkiye’de tartışıyor, anlatıyor olmak hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her şeyden önce şu anda Türkiye’de insanlar bu tarihi, bu hikâyeyi biliyorlar. Fakat insan kendisine soruyor; Türkiye’de konuyu ne kadar biliyorlar? Ve tabii ki, bunlar konuşulurken, insan Ermeni meselesini düşünmeden edemiyor. Hiçbir tarihi olay bir başkasına benzemez. Ama eğer bir şeyleri onarmadan, adaletten bahsediyorsak; bu bir zaman, zamanlama meselesidir. Bugün fark ediyoruz ki, uluslararası anlamda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm düzene konulmuş olan şeyler, aslında Birinci Dünya Savaşı sonrasında düzene konulmak istenmiş fakat konulamamış şeylerdi. Birincisinde denendi, olmadı. Yarı yarıya oldu. Tarih kendini tekrarlar; ikincisinde denendi ve bu sefer oldu, “başarıldı”. İşte bu bakımdan, tarihte emsalsiz olan bir dünya örneğinden bahsediyoruz. Ermeni Soykırımı, uluslararası hukukun oluşuma göre çok erken yaşandı çünkü uluslararası hukukun gerçek başlangıcı Nürnberg Yargılamaları’dır. Onun sonrasında olanlar, şimdi konuşulanlar evrensel yetki ile ilgili. Örneğin şu anda Fransa’da, Ruanda katliamından sorumlu olduğu öne sürülen Pascal Simbikangwa yargılanıyor. Fransa’da, Tutsilere karşı işlenmiş soykırım suçu ile yargılanıyor. Nasıl? Evrensel yetki kuralı gereği. Bugün evrensel yetki kuralı, insanlığa karşı suç işleyen birilerinin herhangi bir yerde yargılanmasını mümkün kılıyor.
Bir tarihçi olarak siz, soykırımların üzerinden yıllar geçtikten sonra, hukuk ile yasa ile bir şeylerin yapılmasının, yapılabilmesinin mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır, hukuk orada yargılamak için duruyor. Şu anda Almanya’da bir güncel hareket var; ‘Son Şans Operasyonu’. ‘Geç. Ama Çok Geç Değil” ( Sbat. Aber Nicht Zu Sbat.) sloganı ile, hayatta kalan 100-120 Nazi’yi yakalamaya ve yargılamaya çalışıyorlar. Yargılamak için, gerçek adalete ulaşmak için özgürlüğe sahip olmak zorundayız. Adaletin tanrısal kalmasını istiyorsak bağımsız yargılamalıyız fakat Naziler, bugün çok yaşlılar. 85, 90 yaşındalar ve bu kadar yaşlı insanları yargılamanın garip bir etkisi vardır. Sonra, artık tanık yok. Sonra, yargılanan insanlar, örneğin Aushwitz’deki bir gardiyan gibi, genelde küçük sorumlulukları olan insanlar oldukları için; arşivlerden, bu insanlar hakkındaki belgelere ulaşılamıyor. Bu davalarda adalet nasıl sağlanabilir?
Mağdurlar bu davalardan ne bekliyorlar?
Hiçbir şey. Bu davalar ve olanlar onların talebi değil. Yahudi derneklerinin ve onlarla beraber çalışan başka evrensel kurumların talepleri ve beklentileri var. Kurtulanların yok.
Neden?
Çünkü kurtulanlar da çok yaşlılar ve çünkü uluslararası hukuk alanında tanınma konusunda yapılmış olan şeyler, onları sakinleştirdi. Bireysel olarak tanınmaya ihtiyaç duyduklarını düşünmüyorum ama yaşanmış olanların tarihe kaydedilmesine ihtiyaç duyuyorlar. Bireysel olanın değil kolektif olanın anlatılmasına ihtiyaç duyuyorlar bence.
Yaşanmış olanın tekrar yaşanabileceğini düşünüyorlar mı? Bunun, ‘Bir daha asla!’ denmesine rağmen yeniden yaşanmasından korkuluyor mu?
Tabii ki korkuyoruz. Her antisemit gösteri olduğunda, insanlar Shoah’nın yeniden başlamasından korkuyor. Bugün Fransa’da hâlâ, insanların ‘Yahudiler dışarı’ diye sokaklarda bağırdığını duyuyoruz. Yahudiler üç ya da dört kuşaktan beri Fransız. Bu söylem hem garip, hem de birileri için korkutucu değil mi? Bunun yersiz bir korku olduğunu düşünmüyorum…
Kaynak: Agos, 26.02.2014 http://www.agos.com.tr/tr/yazi/6578/holokost-yerine-shoah-teriminin-kullanimi-tartismalara-yol-aciyor
Paylaş: