Afedersin Antisemit Arşiv

Attila İlhan’ın Kaleminden “Bıçağın Ucunda”ki Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar

Kaynak: Agos

Attila İlhan 10 Ekim 2005’te hayatını kaybetti. Özellikle “Aynanın İçindekiler” adını verdiği serisi Türkiye’nin yakın tarihini, geri dönüşlerle anlatıyordu. Bu seri içinde yer alan “Bıçağın Ucu” adlı romanında Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar da yer alıyordu ve neredeyse tamamı “kötüler” safındaydı.

Attila İlhan’ın “Aynanın İçindekiler” serisinin ilk kitabı olan “Bıçağın Ucu” 1973’te yayımlandı. Kitap, ana ekseni ile 1960 Darbesi öncesi Türkiye’nin karmaşıklığına odaklansa da, karakterlerinin “geri dönüş”leriyle 20. yüzyılın başına dair hatırlatmalarda bulunuyor. Ta ki, ana karakterlerin 1960’da “sevinçli fakat yorgun” karşıladıkları bildiri okunup yazarın deyimiyle “Derin bir cumhuriyet sessizliği” olana kadar… 

Yazar, roman boyunca yapacağı geri dönüşlerde sözü Mustafa Kemal’e de getiriyor, ondan “İttihatçı Paşası! Gözü yüksekte diyorlar. Enver hiç çekemezmiş, çekinirmiş de biraz” diye söz ediyordu. Bahsettiği dönem ise “Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı”nın hemen öncesiydi. Yani, İttihatçı hükümetin 1916’da güvenlik tehdidi oldukları gerekçesiyle iç bölgelere sürdüğü Pontus Rumlarının bölgeye geri dönüşlerinin ardından katliama uğramaları tehlikesinin ortaya çıktığı ve buna karşı Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in ordu müfettişi olarak bölgeye gönderildiği günlerdi: “- Şu ara, Paşa’nın işi başından aşkın, 9. Ordu Müfettişliği’ne tayini çıktı, yol hazırlıklarıyla meşgul, maiyeti erkânını seçiyor. Resmi vazifesi, Türklerin, Ermeni ve Rum köylerini basıp basmadıklarını mahallinde tetkik etmek. İngilizler iddia ediyor ya…”

Kitapta Ermeniler bahsinde İngilizlerin “iddiası” olarak sunulan bu katliam olasılığından bile hiç söz edilmiyor.  Zira bu anlamda yapılan geçmişe yolculukların sadece bir bölümünde, “Kimilerine bakarsan, Asurluların mı, Ermenilerin mi ne kurduğu eski Van şehri, şimdiki gölün olduğu yerdeymiş, korkunç bir depremle göçmüş, üstünü sular kaplamış” diye Ermenileri anacak, şehrin gerçekten yıkıldığı soykırım sürecine bu kitapta asla değinmeyecekti. 

Attila İlhan, “Bıçağın Ucu”nda yaratacağı Ermeni algısında kadınların özel bir yeri vardı. Rumlar ve Yahudilerde de olduğu gibi… Yazar, Ermeni kadınlarını ya “sakallı bıyıklı Ermeni madamlar” ya da “Uzun bacaklı, Ermeni esmeri Beyoğlu kızları” olarak diye anıyordu. Son gruptakileri şöyle anlatmaya devam edecekti: “(…) saçlarını ve eteklerini rüzgâra vermiş, uçuyorlar. Bunlar rüzgârların kızları mı?” 

Yazarın gözünden İstanbul’daki Ermeni iş dünyasıysa üç kola ayrılacaktı. Biri “Yoksul, üst üste çalışan Ermeni tornacılar”, diğeri “yüreği yufka ve gülüşü çocuk Ermeni esnafı”, üçüncüsüyse ana karakterlerinin “Çiçek Pasajı’na alkole sığınmaya” gittiklerinde “taze badem ve bira tıkınıp, yenikler arasında bir yenik olarak, kaderinden yakınmak” için uğradıkları Haçik olacaktı. Onun oğlu Nubar’ı da şöyle anlatacaktı: “Kırk yaşlarında var yok, göbekli ve dazlak. Olura olmaza güler, hem ne gülmek, şöyle içerden, sarsıla sarsıla, kahkahalarını çevresine yayıp bulaştırarak! Fındık göbeği, her yere kendisinden önce ulaşır. Siyah bira meraklısı. Poker lâfını işitmesin, eli ayağı gevşiyor. Oyuna çöktü mü, mızıklamadan edemez.” Nubar’ın en önemli “sırrı”nı ise Demokrat Parti karşıtı bu romanın ilerleyen bölümlerinde şu cümleyle aktaracaktı: “Demek Nubar ‘demokrat’mış, bak şu işe.” Romanın ilerleyen sayfalarında DP’ye yakın olanlar arasına Yahudiler de eklenecekti. 

Attila İlhan’ın Raşel Mizrahi’si: Yahudi fısıltılı, Yahudi burunlu, zehirli mavi gözlü

Raşel Mizrahi, romanda sık sık andığı ifadeyle “Matmazel Raşel,” İlhan’ın en karanlık çizdiği ve tabii ki Müslüman olmayan karakteri. Öyle ki kitabın sonunda bir grubu ihbar ettiği ve Siyasi Polis’e çalıştığı da ortaya çıkıyordu. İlhan, Raşel Mizrahi karakterini anlatırken, antisemit tanımlamalar kullanacak, tüm roman boyunca “yasak” olan her şeyin, “yasak kitabın” da, “yasak cinselliğin” de simgesini bu kadın yapacaktı. 

Yazar, romanın ana karakterlerinden Suat’ın “sıradan bir ev kadını” olmamak için kitaplara sığınan ve “parasız Fransızca kitap verdiği” için “görüşmek zorunda” kaldığı Raşel Mizrahi’yi, “yırtıcı sesli,” “Yahudi fısıltılı,” “sol kaşı, hafif küçümseyerek yükselen,” “gözleri zehirli mavi” renkte, “kırkılmış saçlı” ve “ünlü Yahudi burnunu takınmış” bir kadın olarak betimleyecek ve sık sık onun çok konuşmasından dem vuracaktı: “Ya yazıhanede, ya tezgâhta, çoğu yabancı müşterilerden biriyle -artık Fransızca mı olur, Ladino mu olur, ne olursa- çene yarıştırıyor”

Suat her ne kadar sadece “parasız kitap” için yanına gidiyor olsa da “Matmazel Raşel’in hafif Yahudi aksanıyla fougere [ferahlık hissi veren koku karışımı] kokulu ‘o biçim’ uyarıları” devam edecek ve hepsi Attila İlhan’ın kalemine göre “ahlak dışı” olacaktı: “(…) ahlâki dengenizi sarsmaktan korkmayın, zaten yalancı bir denge, bozulsun varsın, ne çıkar? Bir başkasını, daha gerçek ve dinamik olanını kuruverirsiniz, olur biter: Hayatınızın düzeni bozulurmuş, amaaan, bırakın bozulsun: Ben böyle kısır ve somurtkan düzene, düzen mi derim, ölü bir düzen bu, ölülerin düzeni! Kımıldarsanız, evet, yaşantınız alt üst olacak, şaşıracak, belki üzüleceksiniz, ama yaşamış olacaksınız, önemli olan bu değil mi?”

“O paha biçilmez deliğine öyle bir mermi yerleştireceğim ki…”

İlhan, roman boyunca Matmazel Raşel’i “ahlak” üzerinden aşağılamaya çalışıyordu. Mesela, kendisini emniyet güçlerine tutuklattığına inanan ve bunun için intikam almak isteyen Doğan Bey’in ağzından da şiddeti öven bir dil kullanacaktı: “Öyle dolapçı, bu kadar saman altından su yürüten, bu derece haris ve içinden pazarlıklı orospu görülmemiştir: Vücut dedin mi yalnız apışarası gelir aklına, ahlâki değer dedin mi, yalnız para! (…) onun, o paha biçilmez deliğine, öyle bir mermi yerleştireceğim ki, sıcacık, hayatının son inzali, aynı zamanda en güzeli olacak.”

Matmazel Raşel, kitapta Suat’ı geleneksel “cinsel yasaklar” üzerine sık sık sorguluyor, sonunda da iki kadın arasında yakınlaşma yaşanıyordu. Bunu da Attila İlhan uzun bir paragrafla anlatacaktı: “Sert, beklenmedik bir şekilde öpüştüler. Ağzı, Matmazel Raşel’in dudaklarını hoyratça toplarken, atmaca pençesine dönen sağ eliyle sol göğsünü yakaladı ve ezdi. Davranışı kaba ve zalimdi. Ne olduğunu bilemediği bir nedenden ona kızıyor, cezalandırıyor gibiydi. Yaptığı şeyden hoşlandığını fark ettikçe öfkesi artıyordu. Nihayet kendi kendisi olmaktan, bundan zevk duymaktan çılgına dönmüştü. Hayatında ilk defa cinsel zevkin ne olduğunu, içten atılımını ve gizli gücünü anlıyor; nasıl rahatlatıcı, bambaşka ve aydınlık bir yere ulaşabileceğini sezip şaşıyordu. Hepsi bir dakika sürdü mü? Şüpheli. Sonra çıngırak, kitabevinin kapısı!”

Bu öpüşme öncesinde Suat da, Matmazel Raşel’i aşağılamaya çalışıyordu. Fakat onunki Doğan Bey’inki gibi sadece cinsel içerikli ve “ahlak” üzerinden olmuyordu. Her ne kadar ücretsiz Fransızca kitaplarını Raşel sayesinde alabiliyorsa da, bu kadının yarattığı aslında “imaj”dı ve ona göre gerçekte bu kadın o kadar da “üst sınıfta” değildi: “Öyle ya, kim bu kadın? Kültürlüyüm der, herkesin bildiği şeyleri yarım yamalak bilir; hiç kimseye benzememekle öğünür, hiç kimseye benzemeyişi, herkesinkine benzer; Chopin’i, Debussy’yi dinlediği için kendini adamakıllı ince, genelevi yosmalarından söz edebildiği için geniş ve ileri fikirli sanır, oysa tatlısu frenklerinin doluştukları Tepebaşı’ndaki, Tünel’deki çay salonlarından çıkmaz; adamı ayakta uyutan konserleri bir gece kaçırsa, uyku tutmaz; var mı ona nemli kadife, portakal kabuğu ve kalorifer sıcağı kokan sinemalarda Amerikan filmleri seyretmek, eşcinsel ilişkileri anlatan Fransızca romanlar okumak, ya da çikolatalı Yahudi pastaları tıkınmak, gerisi aldatmaca! Çevresindekileri ve kendi kendini aldatıyor, aldattığına inandıkça mutluluğu artıyor. Suat’ın tiksinmesi, onu, yargılamaya başlamasından. Kafasındaki insan çeşitleri koleksiyonuna, az bulunur bir türün sıradan örneği diye yerleştirdi, artık bir an önce canını dışarı atmak istiyor.” Attila İlhan’ın Suat karakterinin tek üzüleceği şeyse, “onu küçümseyebilmek için, bulunması gereken ahlâk yüksekliğinde” olmaması olacaktı. 

“Kuledibi’nin o sümükleri yaldızlı Yahudi piçleri”

Yazar sadece zengin Raşel Mizrahi karakteri ile kalmayacak, Yahudileri farklı sosyal sınıflarda da olsa antisemit benzetmelerle nitelemeyi sürdürecekti. “Yahudi yoksulluğu kokan sahanlık”lardan bahsedecek, “Kuledibi’nin o sümükleri yaldızlı Yahudi piçleri” gözüne takılacak, Yüksekkaldırım’dan geçerken karşısına çıkan kalabalık gruptaki Yahudileri “Ufacık hilekâr gözlü, ağzı kalabalık” diye anacak, “ikinci sınıf hergelelerle Yahudi itlerinin, kırbaç gibi saklayan neşesi”nden rahatsız olduğunu anlatacaktı. 

İlhan bu kitabında “Matmazel Raşel” gibi bir karakteri Rum toplumunda yaratmayacak olsa da, Suat’ın dudaklarını yakmak için “acı ve esmer bir karabiber bulutu olarak savrulacak” olan kar için bile gökyüzünü “Bizans artığı lâcivert bir gök” diye adlandırması, kendisinin bu alandaki “milliyetçi” reflekslerini göstermek için yeterli. 

Rumlar ya, “bol dudaklı, kaşları incecik alınmış, tırnakları boyalı Rum oğlanları”, ya “ünlü randevucu” Madem Athena, ya “Şahkulu Sokağı’nın dirseğinde, yaşamaktan sarhoş” ve “günbatışının yaldızlı tülbendini, sivri ve sert memeleriyle delen” bir Rum kadını, ya “geleneksel beyaz ceketi, kabak kafası, hafif yarım diliyle adamakıllı cana yakın Rum garson” ya da “bomboş bakışlarını faydasız aydınlığa dikmiş, armonik çalan” bir kör Rum olarak belirecekti. Ancak kitabın “geri dönüş”lerinde, özellikle de İstanbul’un İtilaf güçlerinin denetimindeki günlerde Rumlara karşı ifadeleri sertleşecekti: “(…) o karanlık 1919 ilkbaharında bir Binbaşı Ferid olmak, bir işgal ve utanç akşamında, ölesiye sarhoş askerlerin ve çileden çıkmış azınlıkların şamatalı sevincini, ölürcesine yaşamak!”

“İyice bayrak açmış Rum orospuları küstah mı küstah”

İlhan’ın Binbaşı Ferid karakteri “Nasıl tuhaf bir gece” diye başladığı paragrafta Pera’daki eğlenceleri aktarıyordu: “Her birahanede gramofon çığlıkları, her meyhanede gemi azıya almış laternalar. Sokaklarda, iyice bayrak açmış Rum orospuları, küstah mı küstah, şarkı söylüyor, bağıra çağıra küfrediyorlar. (…) Yenilgi mi, işte asıl yenilgi bu: Gözle görülür, elle tutulur bir somutlukla, apaçık bir sövgü olarak, acı ve yıldırıcı. Hani nerde Enver Paşa, nerde Talât Paşa, nerde ötekiler? Nerde memleketi bu badireye sürükleyen İttihat ve Terakki Rüesası?”

Binbaşı Ferid, “Koskoca payitahtta tek başımayım. İyisi mi gider ölülerle içerim be, Çanakkale’de ölenlerle, Sarıkamış’takilerle, Kanal’dakilerle. İçerim ama, nerde içerim?” diyecek ve yer bulamayacaktı: “Hangi birahaneye, hangi meyhaneye adımımı atsam, Rum kopillerinin azgın sevinci tepemi attırmayacak mı?” 

Attila İlhan, karakterine “rüzgâr esti mi insanı düpe düz şamarlayan, yabancı bayrakların salınışı” altında “Altındişli orospunun salyalı sarhoş ağzında değilse, Rum garsonun nobranlığında” somutlaşan küçümsemenin verdiği rahatsızlıktan bahsettirdikten sonra sözü çözüm önerisine getiriyordu: “Ortalığı yak yık, Beyoğlu’nu ateşe ver, sonra kurşunu ağzına sık, kurtul! Saygısızlık, sövme, küçümseme katlanılır gibi mi?” 

Attila İlhan’ın “Eli kırbaçlı yalnız ve yenilmez Türk’ü”

Aynı dönemin Fatih’i “sahici İstanbul” diye aktarılırken, bu bölge Beyoğlu’nun aksine “ahlak” vurgusu ile öne çıkacaktı: “Oraları sahici İstanbul’du, Türkün İstanbul’u: Kafeslerin ardında, ürkmüş gazeller gibi görünmesiyle kaybolması bir olan kadınlar, nazlı gözlerini acele çekip alıyor, bıraksa bıraksa, geride hafif bir vanilya ya da karanfil kokusu bırakıyordu.”

Övgülerden biri de “Yeni Turancılar”a gidecekti. Her ne kadar “faşistlerin ve nazilerin desteğiyle komitacılığa heveslen”miş olsalar da olumlu bir tabloyla anlatılacaklardı. Özellikle de Osman Naci karakterini anlatırken Attila İlhan’ın, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin aksine Türkleri nasıl “yenilmez,” “baş eğmez,” “yüce” bulduğu soru işareti kalmadan yer bulacaktı: “Osman Naci öyle mi ya? Elebaşıydı bir kere, hele kendi yazdığı Turan şiirlerini gürül gürül okumaya koyuldu mu, sanki ateş püskürür, iliklerine kadar Türk kesilirdi: Kartal bakışları, dürüst bıyıklarıyla tarihin karanlıklarından beri sürüp gelen, o güçlü, eli kırbaçlı, yalnız ve yenilmez Türk! Soylu uygarlığına, baş eğmez yüceliğine rağmen, Rusu, Bulgarı, Rumu, Yahudisi, onu hiçe saymaya mı yelteniyor? Varsın yellensinler! Ergenekon’un Bozkurt’u nerdeymişsin yetişecek, kılavuzluk ederek, onu yeniden zafere ulaştıracaktır.”