Arşiv Göze Çarpanlar

Irkçılığa neden ırkçılık demek gerekir?

Kaynak: Başlangıç, Foti Benlisoy

Önce meselenin adını koyalım. Türkiye’de bir “Suriyeliler sorunu” yok. Yanlış anlaşılmasın. İç savaştan kaçıp bu ülkeye sığınmak zorunda kalmış Suriyelilerin problemleri, dert ve sıkıntıları çok elbette. Ancak bizdeki sorun bir Suriyeliler ya da göçmen sorunu değil, giderek daha tehditkâr hale gelen göçmen karşıtlığı ve ırkçılık sorunu.

Herhalde duymayan, görmeyen yoktur: Suriyelilere dönük linç girişimlerinin, (henüz) “minik” pogromların ardı arkası kesilmiyor. Alabildiğine saldırgan bir ırkçılık tipi giderek kök salıyor, yerleşiyor, yaygınlaşıyor, pervasızlaşıyor. Yaşadığım mahallenin kalabalık facebook sayfasında insanlar beyzbol sopaları ve elektro şok cihazlarıyla Suriyelileri kovmaktan bahsedebiliyor. Irkçı öfke bir dip akıntısından bir toplumsal dalgaya dönüşüyor.

Bu dalganın henüz açık bir siyasal dili ve adresi yok. Ancak iktidar için de muhalefet için de göçmen karşıtlığı (hele hele mevcut iktisadi kriz koşullarında) çokça siyasal yatırım yapılabilecek mümbit bir alan haline geliyor. Zaten kamuoyu araştırmaları, bütün büyük siyasal partilerin tabanında göçmen karşıtı reaksiyonun ciddi bir ağırlığı olduğunu ortaya koyarak başka hiçbir meselede olmayan bir milli mutabakatın varlığına işaret ediyor.

Memleketin kahir ekseriyeti Gobineau’dan başlayarak ırkçı “klasikleri” yalayıp yutan, boş zamanlarındaysa kraniyometriyle iştigal eden ırkçılara dönüşmüş değil elbet. “Suriyeliler evine gönderilsin” ya da “işsizlik ve yoksulluğun nedeni göçmenler” diyen, göçmenlerin ve Suriyelilerin sorunlarından değil de bizatihi bir Suriyeli ya da göçmen sorunundan bahseden herkes ırkçı değil ama ırkçı argümanları yaygınlaştırıyor, az ya da çok ırkçılık yapıyor. Irkçılığa ırkçılık demekse (o malum tabirle: “kimse kusura bakmasın”) tam da bu söylem ve pratiklerin meşruiyet ve itibar kazanarak yaygınlaşmasını önlemek açısından elzem. Çünkü ırkçılığa ırkçılık demek elbette yetmez ama ırkçılığa adıyla hitap etmemek, mesela Apartheid Güney Afrika’sını hatırlatan şu son sahil yasağında olduğu gibi açıkça ırkçı pratiklerin normalleştirilmesine, makul gösterilmesine ve dolayısıyla da çoğalmasına zemin hazırlamak olur.

Hatırlatmaya gerek olmamalı ama Nazizm gibi ne olduğunu gizleme gereği duymayan arsız örnekleri hariç tutarsak ırkçılık hiçbir zaman kendini “açık ederek” zaten örgütlenmez. “Ülkemde Suriyeli istemiyorum” der ama haşa “ırkçıyım” demez, ırkçılıkla övünmez, hatta ırkçı olduğunu reddeder. Irkçılık, “yaşasın ırkçılık” türü sloganlarla değil de “Suriyeliler işimizi çalıyor”, “Suriyeliler suç işliyor”, “Suriyeliler donla denize giriyor”, “Suriyelilere maaş veriliyor” türü sözde argümanlarla meşruiyet kazanır. İşsizlik, yoksulluk gibi gerçek sorunlarla birleşir, daha doğrusu bu sorunlar karşısında güya anlamlı bir açıklama şablonu oluşturmaya başlarsa iyice tehlikeli hale gelir. O zaman bu “meşruiyet” sokağa taşar. Önce linççi saldırılar gerçekleşir, zamanla kısmi ve örgütsüz linç girişimleri yerini, pogromvari örgütlü saldırılara bırakır.

Göçmen karşıtlığı toplumsal kaynakları göçmenlerle paylaşmak durumunda kalan alt sınıfların “doğal” bir tepkisi değildir. Bu tepki, altta kalanların bir kısmının öfkesinin çarpıtılarak yukarıya değil, yine altta kalan bir başka kesime yöneltilmesine dönük bilinçli bir politik çabanın ürünüdür. Göçmenler (mesela Suriyeliler) işsizliğin ya da kira artışlarının sorumlusu değildir. Bunun aksini iddia edenler, yani ırkçı söylem ve saldırılara “ama Suriyeliler de işsizliğe yol açıyor, kiraların artmasına neden oluyor” gibisinden mazeretler sunanlar, (yine “kusura bakmasınlar” ama) göçmen karşıtı ırkçılığın daniskasına prim vermektedirler.

Göçmen karşıtı yahut yabancı düşmanı olarak tarif edebileceğimiz siyasal akımların temel argümanı, göçmenlerin “vatandaşlara” ayrılması gereken kamu kaynaklarını çarçur eden bir nevi parazitler olduğudur. Böylece göçmen karşıtı ırkçılık, toplumsal eşitsizlikleri artıran, kamu kaynaklarının sermaye lehine yağması anlamına gelen ve kamu hizmetlerinin metalaşmasıyla sonuçlanan neoliberal politikaların müsebbibi olarak göçmenleri gösterir. Kimi kamusal sağlık, eğitim vs. hizmetlerinden istifade eden yahut “bizimkilere (vatandaşlara) ait olması gereken” işlerde çalışan göçmenler sosyal refah uygulamalarının krizinin “günah keçisi” haline getirilirler.

Tam da bu nedenle, yani bir “hedef çarpıtma” olduğu için, göçmen karşıtı ırkçılığın, mazlumun mazluma haksız ve yanlış bir “ahı” olarak ayıplanması gerekir. Ancak ayıplamak da kınamak da yetmez: Eşitsizliğin, yoksulluğun, işsizliğin, niteliksiz kamu hizmetlerinin sorumlusunun göçmenler olmadığı, öfkenin aksine “yukarıdakilere” yöneltilmesi gerektiği tekrar tekrar tekrarlanmalıdır. Çünkü ırkçılık sadece emekçileri bölmez, aynı zamanda en alttakilere dönük sınıf kinine de akacak bir mecra ve “meşruiyet” sunar.

Irkçılık, ya da daha nazik deyişle “göçmen karşıtlığı”, asla sadece göçmenlerle ilgili değildir, unutmayalım. Göçmenler, yani zaten ulusal bütüne ait sayılmayanlar kolay bir ilk hedeftir. Ancak “kolay hedefi” talim için kullananlar güç ve meşruiyet kazanınca bu kez kuvvetlerini “ulusal ailenin” daha “kırılgan” parçaları üzerinde test etmek isterler. LGBTİ bireylere, dinsel ve etnik azınlıklara saldırırlar. Göçmen karşıtlığı, kolektif hınç ve gaddarlaşma için en verimli topraklardan biridir. O toprakta boy atan linççi şiddet, bir adım sonra toplumsal muhalefetin bütününü hedef alır; emin olun alacaktır…