Arşiv Göze Çarpanlar

Tarihe ‘sıradan’ bir bakış: ‘Bir Alman’ın Hikâyesi’

Kaynak: Diken, Berkay Üzüm

Sebastian Haffner, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Bir Alman’ın Hikâyesi’ adlı kitapta Nazizme ve faşizme dair birinci elden bir tanıklık sunuyor. Sıradan hayatların yerle bir oluş sürecini, tam da ‘halkın içinden biri olduğundan dolayı’ naif ve titizlikle aktarabilen Haffner, fırtına öncesi sessizliğe ve yıkıma dair önemli bir eksiği kapatıyor. 

Fırtına öncesinde Almanya

Haffner’in İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, sürgündeyken kaleme aldığı kitap, epigrafıyla muhteviyatını baştan belli ediyor: “Almanya hiçbir şey ifade etmez, ama münferit her Alman çok şey ifade eder.” Alman edebiyatının biricik temsilcisi Goethe’ye ait bu söz, Haffner’in bu kitapta bahsettiği, baskıcı bir ideoloji altında hayatta kalmaya çalışan Alman insanına dair önemli şeyler anlatıyor. Bireyi, insanı ve insanî değerleri devlet ve aygıtlarının ötesine taşıyan, ‘ulaşılmaz’ olandan ziyade ‘ulaşılabilir ve anlamlı şeylere’ kapıları açan Goethe’nin, yaptıkları eylemler ve sonuçları açısından izahı pek de kolay olmayan Nazizm baz alındığında çok daha önemli bir şey söylediği ortaya çıkıyor.

En basit ifadesiyle, ‘yaşamak’ gibi en temel hakkın ayaklar altına alındığı bu buhranlı dönem, Haffner ve çağdaşları gibi ‘sıradan’insanların hayatlarında onulmaz bir gedik açtı. Burada akla ilk gelen sorulardan biri “Nasıl oldu da Hitler iktidara geldi?” gibi klasikleşmiş bir soru olacaktır. Haffner’in, 1914-1933 arasındaki dönemden ‘hatırladıklarını’ içeren bu kitap, tam da bu klasik soruya cevap veriyor, ancak bunun bir adım ötesine geçiyor. Nazilerin iktidara geliş sürecini adım adım gözlemleyen, bu süreçte Almanya’nın içinde var olduğu durumlar ile Avrupa’nın durumuna dair betimlemeler yapan Haffner, Nazizme zemin sağlayan olayları tasnif edip açıklama konusunda, bu iş subjektif olarak ne kadar çarpıcı yazılabilirse o denli etkileyici yazmış. 

Haffner, ‘teşbihte hata olmaz’ misali, Nazilerle kendi arasındaki ilişkiyi bir düelloya benzetiyor. “Birbirine denk olmayan iki rakibin karşı karşıya geldiği bir düello” diye başladığı cümlede tarafları tanımlarken çok açık olduğunu söyleyebilirim. Zira devleti “son derece güçlü, muktedir ve merhametsiz” olarak tanımlarken, kendisini ‘küçük, isimsiz, kim olduğu bilinmeyen münferit bir şahıs’ şeklinde ifade ediyor. Haffner’in ‘şahıs’kavramı, şüphesiz kendisiyle birlikte, Goethe’nin bahsettiği tüm münferit Almanları kapsıyor. Bu tanımlardan sonra açıklamalar başlıyor: İşbu devletin asli amaçları arasında münferit kişileri arkadaşlarından koparmak, sevgilisini terk ettirmek, kendi fikirlerinden vazgeçip önüne konan fikirleri sorgusuz sualsiz kabul ettirmek, boş zamanlarını nefret ettiği şeylerle geçirtmek, geçmişini reddettirmek ve en önemlisi her daim devlete coşkulu bir şekilde minnettarlığını göstermesini sağlamaktır. Ama kendisini ve kendi şahsında tüm Almanları ‘bir kahraman olarak doğmayan, şehit olmayı aklından bile geçirmeyen kişi’ olarak tanımlayan Haffner’in maruz kaldığı fiziksel ve duygusal ‘abluka’ tam da bu noktada başlıyor: Faşist ideoloji tasvip etmediği şeyleri anlamaya çalışmaz; onu direkt bertaraf etme yoluna gider. Nazilerin aşama aşama yaptığı, sonu toplama kamplarına varan imha politikası, günlük hayattan kültür-sanata, devletin tüm kurumlarını silindir gibi ezip geçen bir savaş makinesine dönüştüğünde ve dünyanın geri kalanı tüm bunlardan bihabermiş gibi davrandığında, Haffner ve çağdaşları gibi tek amacı makûl bir yaşam sürmek olan insanlar bunu en derinden yaşayıp, ideolojinin hayatlarına nasıl nüfuz ettiğini anlamakla geçirdiler. 
Reklam

Kitabı okurken de fark edileceği gibi, ideolojinin hayata nüfuz etmeye başladığı noktayı kaçıranlar olayın devasa boyutunu ve içine barındırdığı habis durumun farkına varmadılar. Bu yüzden sürekli aynı soruları sordular: “Naziler iktidara nasıl geldi?” Bu soru, sırf Ari ırktan olmadığı için dükkânları yağmalanan, sürgün edilen ve hayatları elinden alınan insanlar birer birer ideolojinin defterinde isimleri silindiğinde anlamını yitirmiş oldu aslında.

Savaş makinesi: Faşizm

‘Bir Alman’ın Hikâyesi’nde mukayeseli bir tarih analizine de ulaşma olanağı buluyoruz. ‘Giriş’‘Devrim’ ve ‘Veda’bölümlerinden oluşan kitapta Haffner, ilk bölümde çocukluğuna dair izlenimlerini Birinci Dünya Savaşı’na dair göstergelerle birlikte anlatıyor. 1914-1918 ve sonrasında yaşananlar ile bu yaşananların Nazizme nasıl bir alan açtığından bahsederken, bu sebepler arasında yer alan ekonomik kriz ve Almanlara büyük yaptırımlar uygulanmasına sebep olan Sevr Antlaşması’nın bilhassa önem taşıdığını anlıyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nın bitimindeki 1918 Devrimi, Alman Cumhuriyeti ve diğer siyasal-toplumsal değişimler ve Nazizmin sahneye çıkışı diyebileceğimiz 1923 yılı, Haffner’in geniş bir şekilde anlattığı konular arasında yer alıyor. ‘Devrim’ bölümünde Nazilerin geliş şekli ve sürecini, kendine dair tahlilleri, aile yaşamı ve meslek hayatına dair fikirlerini anlatırken, son bölümde tam da korktuğun şeyin içerisine düşüyor Haffner: Mesleğini yapabilmek için askerî bir kampa alınıyor ve burada adeta bir ‘kahverengi gömlekli’ gibi hareket etmeye mecbur bırakılıyor. İdeolojik aygıt ve özgürlük arasında gidip gelirken, en azından kendi şahsı adına içinde bulunduğu toplumsal durumu analiz etme becerisi, kitabı salt anı kitabından çıkarıp derin bir tarih okumasına da müsait duruma getiriyor. 

Haffner anılarında, bugüne kadar birçok kitaba konu olan, sinemada işlenen, sayısız araştırmanın odağında yer alan Nazizmin tabanda nasıl karşılık bulduğunu, acımasız taktiklerini ve manipülasyonlarını gösterişsiz bir dille anlatıyor. Esasen şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, iktidarın baskıcı tutumunu ve halkın buna yönelik tepkilerini karşılaştırma açısından da iyi bir eser. Ne de olsa faşizm yer değiştirse de, taktikleri ve yarattığı tahribat baki kalıyor.