Arşiv Geçmiş Zaman Hikayeleri

Mozaiğin Kayıp Parçası: Trakya Yahudileri (9/15)

Kaynak: Şalom Gazetesi, 29 Ekim 2003, Sayı: 2810, Sayfa: 8

SEYİR DEFTERİ

ORADA BİR ZAMANLAR YAHUDİLER YAŞARDI – Cem Karako

Bu hafta dört haftalık yolculuğumuzu noktalıyoruz. Dört hafta boyunca, sizlere gençlerin gözünden Trakya’da kaybolmak üzere olan bir kültürün son izlerini göstermeye çalıştık. Hepimiz farklı etkilendi bu geziden. Kimimiz bir zamanların en ihtişamlı sinagogunun Edirne’deki şimdiki halini görünce üzüldü, kimisi Tekirdağ, Lüleburgaz ya da Çorlu’da artık hiçbir şey kalmamasına hayıflandı. Aramızdan daha umutlu olanlarsa en azından Edirne dışında hala Trakya’da dindaşlarımızın yaşadığını çok geç olmadığı takdirde buradaki değerlerimizin korunabileceğini gördü.

Biz, Şalom gençleri, daha evvel Trakya’yı gezenlerden farklı olarak hiçbir şey yapmadık. Oralara gitmeden evvel aşağı yukarı nelerle karşılaşacağımızı biliyorduk. Amerika’yı yeniden mi keşfettik, tabii ki hayır…

Bizim diğer gezginlerden iki farkımız var: Birincisi biz bu gezimizi sizlerle, tüm Şalom okuyucularıyla paylaştık. İkincisi ise daha önemli: Biz genciz, yani umutluyuz, enerjiğiz, daha çok çalışabiliriz, sabırsızız, bazı değerlerimizin kurtulabileceğine inanıyoruz ve bunun için de toplumda bize yardımcı olabilecek insanların varlığına gerçekten inanıyoruz.

Bu durumda karar verecek olan merci sizlersiniz…

İki seçeneğiniz var: Ya bizim yazdıklarımızı okursunuz, okudukça da “Vah vah, bu da gitmiş, bu da mı yok olmuş?” diye sorarsınız kendi kendinize ya da bize katılırsınız. Bizimle beraber olup elinizi taşın altına sokarsınız. Bizi desteklemeniz yeter; mail kutumuza atılan bir e-mail bizi sevindirir. Bize atılan birkaç mail bizi cesaretlendirir. Mail kutumuza atılan daha fazla mail, sizlerle beraber çalışmaya, bu konuda projeler üretmeye iter bizleri…

Yok eğer “Yanımızdaki Hasköy’ü koruyamıyoruz, Kırklareli, Çanakkale’yi ne yapalım” diyorsanız o başka. Ama unutmayınız, her şeyin bir başlangıcı yok mu? Biz Trakya’dan başlamayı tercih ettik…

Bizler dört haftalık görevimizi bitirdik. Bundan sonra konuşmak istediğimiz, tartışmak istediğimiz çok şey var. Müze kurma fikirleri, turizm şirketleriyle ortak çalışarak oradaki varlığımızı canlı tutmak, basılması gerekli kitaplar ve daha niceleri…

Dediğimiz gibi karar sizin; biz devam etmeye hazırız. Gördüğümüz değerleri kurtarmak için toplanmaya, tartışmaya, fikir üretmeye hazırız. Ya bizi teşvik eder, bizlere katılırsınız ya da susarsınız ve biz başka yerler gezmeye devam ederiz. Biz yazarız, siz okursunuz. Böylece geçinip gideriz.

Biz sadece bize yol göstermenizi istiyoruz…

Hiçbir şey için geç kalınmış değil, Çanakkale’deki sinagogu düzeltmek, Kırklareli’ndekinin gelecekte yıkılmasını önlemek mümkün. Mezar taşlarını buraya getirtmek mümkün.

Yoksa “Orada bir zamanlar Yahudiler yaşardı” demek çok daha kolay…

Sizden istediğimiz sadece üç dakikanız…

Sadece bir mail…

Sadece umut…

EN ESKİ GELİBOLULUNUN GÖZYAŞLARI – Vedat Levent

29ekim2haritaSalamon Amca eski günlere dönmüşçesine anlatmaya başlıyor tekrar: “İkinci Dünya Harbi’nden sonra beş yüz hane vardı buralarda… Harpten sonra gibi herkes bu kentten ayrılmaya başladı. Bir kısım Amerika’ya gitti Alman Harbi’nden önce… Varlık Vergisi zamanında birkaç hane İstanbul’a göç etti. Son göç de 1948’de İsrail’e oldu… İspanya’dan yüzyıllar önce getirilmiş iki araba dolusu kitabı gözlerimin önünde mezarlığa gömdüler buradan göçmeden önce…”

Sıcak bir öğleden sonra Uzunköprü’den Gelibolu’ya doğru yola çıkıyoruz… Güneş tepemizde… Herkes ayrı bir dünyada… Cem’in arabasındayız. Ben, görevli olduğum Gelibolu için son hazırlıklarımı yaparken İgal Acıman, İzzet Moreno’yla birlikte sıcak havanın asfaltta yarattığı serabın nasıl oluştuğunu tartışıyor. Cem Karako ise uzun süredir araba kullanmaktan yorulmuş bir şekilde derin düşünceler içinde bir oraya bir buraya bakıyor… Sağımızda Saros körfezi ve onun eşsiz kıyısına kurulmuş küçük, şirin evler ve yer yer büyük siteler gözümüze çarpıyor.

CANLI BİR TARİH… SALAMON SIVACI…

29ekim2-salamon-sivaciNihayet varıyoruz Gelibolu’ya. Burası umduğumuzdan küçük bir belde. Bize Akdeniz’deki tatil yörelerini anımsatıyor biraz. Fazla zamanımız olmadığı için hemen temaslarımız olan Salamon Sıvacı ve oğlu Rıfat Sıvacı’yı aramaya koyuluyoruz. Çevre sakinleri çok yardımsever. Tek kişiye sormamız yetiyor. “Oooo, Salamon Amca’yı mı arıyorsunuz? Onu burada herkes tanır. Kendisi ilerideki Yapı Kredi’nin yanındaki markettedir” demesi ile umduğumuzdan çok daha hızlı ulaşıyoruz kendisine. Salamon Sıvacı doğma büyüme Gelibolulu. Yıllarca çarşının üzerinde bulunan eski Yahudi mahallesinde oturmuş. Çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını kısaca her şeyini Gelibolu’da yaşamış. Herkes, çeşitli nedenlerden göçüp gitmiş ama o yapamamış, bırakamamış doğduğu, aşık olduğu bu toprakları…

ESKİ YAHUDİ MAHALLESİ VE HARABEYE DÖNMÜŞ SİNAGOG

Bizi güler yüzlü ve defalarca söylediği “Gelibolu’ya hoşgeldiniz!” sözleriyle karşılıyor Salamon Amca… Vakit kaybetmiyor ve Yahudi mahallesinden eski Gelibolu Sinagogu’nun bulunduğu yere doğru adım adım yürüyoruz. Arnavut kaldırımlı dar yollardan yürürken Salamon Amca da bize diğer şehirlerde gördüklerimize göre nispeten daha iyi korunmuş, tarih kokan evlerin eski sahiplerini anlatıyor. Hikâyeleri anlattıkça gözleri yaşla doluyor yaşlı adamın… “Ben bu mahallede doğdum çocuklar. 29ekim2-harabeTam 76 sene önce… Bu mahalle, 50 seneden beri bir Yahudi çocuk doğumu görmedi” diyor gözünden yaşlar süzülürken. Ağır ağır yürüdüğümüz yokuşun sonunda tavanı ve duvarları yıkılmış, dikenli telle çevrilmiş oldukça eski bir yapıyla karşılaşıyoruz. “İşte Gelibolu Sinagogu’ndan geriye kalanlar!” diyor… “Benim Bar-Mitzva’mı yaptığım ve evlendiğim eski, güzel sinagogumuzdan geriye kalanlar…” Gerçekten de Gelibolu Sinagogu’ndan geriye pek bir şey kalmamış… Belki bir iki sütun, yerde yanmış tora sayfaları, ayakta kalan tek duvarda yarısı kırılmış mermerden Davud’un yıldızı ve Ehal’in durması gerektiği yerde de kırık dökük tahta parçaları…

Salamon Amca eski günlere dönmüşçesine anlatmaya başlıyor tekrar: “İkinci Dünya Harbi’nden sonra 500 hane vardı buralarda… Leon Kandiyoti, evlendiğim zaman cemaat başkanımızdı. Harpten sonra herkes bu kentten ayrılmaya başladı. Bir kısım Amerika’ya gitti Alman Harbi’nden önce… Varlık Vergisi zamanında birkaç hane İstanbul’a göç etti. Son göç de 1948’de İsrail’e oldu… İspanya’dan yüzyıllar önce getirilmiş iki araba dolusu kitabı gözlerimin önünde mezarlığa gömdüler buradan göçmeden önce. Gitmeyi düşünmedim desem yalan olur ama nasip olmadı işte. Abim İsrail’de, torunlarım var orada… Ben burada oğluma yardımcı oluyorum. İki torunumla beraberim, hanımım şu an İsrail’de, ayrılmak istemiyor oradan… İstemiyor buraya gelmek” diyor. Derin bir iç çekiyor ve ağlamaklı bir sesle “Ben ayrılırsam kimse kalmaz burada”.

Gelibolu bundan 50 sene önce bir kasabaydı. Yahudi halk da diğer yerliler gibi daha çok tarım ve ticaretle uğraşırlar. Nüfusu son elli senede artmaya başlar. Özellikle 90’lardan itibaren büyümeye ve gelişmeye başlar. Şu an dünyanın dört bir yanından turist akınına uğrayan, doğası ile bir cenneti andıran şirin bir tatil beldesi kıvamında…

29-ekim-biletSinagogun eskiden çekilmiş bütün bir resmini çok ilginç bir şekilde 70’lerde basılmış bir Milli Piyango biletinin üzerinde buluyoruz. Piyango bayiinin sahibi 1939 doğumlu Fikret Erdost, bize çok yakınlık gösteriyor. Salamon Amca’nın kendisinin en yakın dostu ve burada kalan en eski Gelibolulu olduğunu söylüyor. “Gelibolu’nun yerli halkı savaş görmüş, kaçmış, bir daha da asla geri gelmemiş. Burada yüzyılın başından beri kalan en eski yerli halk Yahudilerdi 70’lere kadar. Sonra onlar da göçtüler buralardan… Şu anki Gelibolu nüfusunun üçte biri benim gibi sonradan yerleşme, üçte biri köyden göçme, diğer üçte bir ise Selanik’ten, Bulgaristan’dan, Romanya’dan gelenler… Şu anda kentimiz kozmopolit bir güruha sahip.” Fikret Bey bize Milli Piyango’nun üzerindeki siyah beyaz Gelibolu Sinagogu resmini gösterirken kent çarşısının üst kısmının eskiden tamamen Yahudilerce işletildiğini ve Gelibolu erbabının ticaret hususunda onlardan çok şey öğrendiğini anlatıyor…

Hoş bir sohbetten sonra Salamon Sıvacı bizi Yahudi mezarlığına doğru yönlendiriyor. Arabada giderken çocukluğunda yaşadığı zor hayattan, Bar-Mitzva’sından ve babasından bahsediyor. Sıvacı’nın hayatı Varlık Vergisi’nin çıktığı gün farklı bir boyut alıyor. Vergiyi ödeyemeyen babası Aşkale’ye gidiyor ve yoğun çalışma temposuna dayanamayıp orada vefat ediyor… Ondan sonra zor günler yaşıyor Sıvacı… Genç yaşında zor sorumluluklar yükleniyor ama buna rağmen alnının akıyla çıkıyor hayat sınavından… “Kırklareli’dekiler gibi kötü şeyler yaşamadık biz” diyor. “Gelibolu’da yaşayan her aile kardeş gibiydi. Hoşgörü anayasamızdı. Varlık Vergisi dışında canımızı sıkan önemli bir olay olmadı.”

GELİBOLU MEZARLIĞI

Mezarlığa vardığımızda çok şaşırtıcı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Sarı çalılarla dolu üç-dört futbol sahası büyüklüğünde geniş, boş bir alandayız… Tam ortada yedi katlı bir bina yükseliyor. Biz oldukça şaşırmış biraz da hüzünlenmiş bir şekilde artık bir insan boyuna gelmiş otların arasında mezar taşlarını ararken Salamon amca da başlıyor anlatmaya:

“Burası çok eski bir mezarlık… Bir söylentiye göre 17. yüzyıldan kalma yazarlar bile var burada. Herkes gidince burası da haliyle bakımsız kaldı. Tek başıma benim gücüm bu mezarlığı kurtarmaya yetmedi… (Bir eliyle otları temizlenmiş, mermerleri yeniden yapılmış 20 kadar mezar gösteriyor bize…) Burası ailemin ve birkaç arkadaşımın yattığı yerler. Bütçem ancak bunları kurtarmaya yetti. Hâlbuki burada 5000’e yakın mezar var. Bunların çoğu tarihi eser statüsünde ama maalesef öyle başıboş duruyorlar… Gücüm yetmiyor onları kurtarmaya… Yetmiyor…” Yine üzüntüye kapılıyor Salamon Amca, düşüncelere dalıyor… Belki bu mezarlıkta gömdüğü aile yakınlarını belki de yüzyıllar önce zengin, fakir ayırımı olmadan ölümü tadan insanları düşünüyor… O sırada Cem Karako’nun sorusu sessizliği adeta bir bıçak gibi yırtıyor: “Belki kimse gitmeseydi böyle olmazdı burası?” Salamon Amca bir içi çekiyor ve “Olmazdı belki… Ama yine de gittiler…” “Kırgın değilim bu topraklara” diyor. “Ekmek yiyorum buradan…  Çok seviyorum buranın insanlarını, onlar da beni… Ama acı çektik. Özellikle Varlık Vergisi döneminde çok acı çektik…”

29ekim2-gelibolu-mezarlikİçimizden birisi mezarlığın tam ortasında duran binayı sorduğunda sinirleniyor Salamon Amca: “Bundan 3 sen evvel Belediye dikti onları. Ne kadar uğraştıysak da bir yolunu buldular, diktiler… Dahası da gelir. Bir de mezar soyguncuları var. Onlar da ayrı dert. Mezarların mermerlerini çalıyorlar. Beceremezlerse de kızgınlıklarından kırıyorlar… Çok üzülüyorum ama ne yapabilirim. Elimden bir şey gelmiyor…” Gördüklerimizin şaşkınlığı ve üzüntüsü içinde mezarlıktan ayrılıyoruz. Merkeze gelip de gitme vakti gelince Salamon Amca: “Hoop. Olay mı öyle ayrılmak, önce çay içeceğiz beraber” diyor. Çaylarımızı içtikten sonra karanlık bastırmadan Çanakkale’ye geçmemiz gerektiği için istemeye istemeye ayrılıyoruz bu yaşlı beyden… Gözleri yaşlı uğurluyor bizi Salamon Sıvacı… Gelibolu’da yaşayan en eski Gelibolulu… Gözlerindeki her yaşta kederli bir çocukluk, zorluklarla geçen bir gençlik okunuyor. Ama bunun yanında acımasız hayata meydan okuyup muhteşem çocuklar ve torunlar yetiştirmenin gururu var aynı gözlerde. Yaşamayı seven o gözlerde…

 

“Mozaiğin Kayıp Parçası: Trakya Yahudileri”  isimli dosyanın diğer bölümlerine buradan ulaşabilirsiniz.