Arşiv Göze Çarpanlar

‘Tökezleme Taşları’ ve soykırımlar – Roni Margulies

ronimarg

Kaynak: Agos

İki yıl kadar önce, bir süre Rotterdam’da yaşadım. Sadece altı hafta, ama “ziyaret ettim” değil de ‘yaşadım’ dememin nedeni, kendi evim vardı! Bir edebiyat kurumunun davetlisiydim, on bir katlı bir binanın en tepesinde bana tahsis ettikleri bir dairede limanı ve şehri seyredip şiir yazmak dışında benden beklenen hiçbir şey yoktu! Ben de oturdum, şiir yazıp içki içerken limana gelip giden gemileri seyrettim.

Rotterdam’daki son günümün akşamı, içimde Adem’in Cennet’ten düşmek üzere olduğu gün hissettiklerine benzer duygular varken, internette ‘Margulies Rotterdam’ kelimelerini arattırdım. Ne arıyordum, hatırlamıyorum. Ama ne bulduğumu unutmam mümkün değil.

Bir fotoğrafta Josef Michel Margulies çıktı karşıma. Kendisi yoktu ama fotoğrafta. Arnavut kaldırımı bir sokakta, Graaf Florisstraat 90b adresindeki evin önünde, yerde taşların arasında metal bir plaket üzerinde adı vardı sadece:

BURADA JOSEF
MICHEL MARGULIES YAŞADI

DOĞUMU 1886

GÖNDERİLMESİ 1943

SOBİBOR TOPLAMA KAMPI’NDA ÖLÜMÜ 21.5.1943

Dedemden, ailemin Rotterdam ile herhangi bir ilişkisi olduğunu hiç duymamıştım. Basit bir isim benzerliği olabilirdi, ilginç bir tesadüften ibaret olabilirdi. Margulies ismi Türkiye’de kız kardeşimle benden başka hiç kimsede yok. Ama Doğu Avrupa Yahudileri arasında nadir bir isim değil.

Hayır ama! Tesadüf ortak soyadımızdan ibaret değildi. Rotterdamlı soykırım kurbanı Margulies’in adı Josef Michel. Dedemin adı Josef. Babamın adı Michel!

Bu esrarı hâlâ çözebilmiş değilim. Türkiye’ye 1925’te Polonya’dan gelmiş olan dedemle babaannemin bütün akrabalarının toplama kamplarında katledildiğini biliyordum; dedem her birinin hangi kampta ne zaman öldüğünü biliyordu, bana da anlatmıştı. Demek bilmedikleri de varmış.

Stolperstein

Peki, diyeceksiniz, kaldırımdaki plaket ne?

Taraf gazetesinde yazdığım günlerde, 2011’de, Uluslararası Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü’nde bir okuyucumdan aldığım mektup sayesinde, plaketin anlamını biliyordum. Mektup şöyleydi: “Yıllar önce Köln sokaklarında yürürken eski bir binanın kapısının önünde kaldırımda parke taşlarının arasında altın sarısı renginde, 10 x 10 cm büyüklüğünde, üzerinde isimler ve tarihler olan bir metal plaket gördüm. O güne kadar dikkatimi çekmemişti. Yürüdükçe bir tane daha, bir tane daha, derken her yerde bu taşlardan olduğunu farkettim.

Sora sora ne olduğunu öğrendim: ‘Stolperstein’ deniyormuş. Yani ‘Tökezleme Taşı’.

Günter Demnig adlı Alman sanatçı, İkinci Dünya Savaşı’nda evlerinden alınıp toplama kamplarına götürülen insanların anısına tasarlamış bu projeyi.

Plaketlerin üzerinde bu kapılardan çıkarılıp ölüm kamplarına götürülen kişilerin anısına “burada oturan” kişinin adı, doğum tarihi, alındığı tarih ve nerede öldürüldüğü yazıyormuş.

Geçende Düsseldorf’ta da tökezleme taşları gördüm. Bir an o sürgün sahnesini düşündüm, irkildim. Günlerce düşündüm, sahne tekrar tekrar aklıma geldi.

Düşüncelerim rahat vermedi. Bugün kendimi bir an Musevi bir babanın, bir kardeşin, bir evladın yerine koydum. Eşimi ve iki çocuğumu düşündüm, annemi ve babamı düşündüm, kardeşlerimi düşündüm. Çığlık çığlığa dipçiklenerek önce kamyonetlere, ordan da trenlerin yük vagonlarına hayvan gibi tıkılışımızı düşündüm. Benimle aynı kaderi paylaşan sayısız insanla aynı vagonda olduğumu düşündüm. Normalde hayvan taşınan vagonlara yüklenirken eşimden ve ailemden ayrı düştüğümü düşündüm. Benimle yolculuk yapanlardan bir kısmının, özellikle yaşlıların, günlerce süren yolculukta havasızlığa, susuzluğa, sıcağa dayanamayarak can verişini düşündüm.

Vagonlar Auschwitz toplama kampına yanaştı, yaşlılar gençlerden, zayıflar kuvvetlilerden ayrıldı. Çocukların, zayıfların, yaşlıların gaz odalarına götürülüşünü düşündüm. Fırınlardan yükselen o yanmış insan eti kokusu geldi burnuma. Hasta olanların kobay olarak kullanıldığı canlandı gözümde. Bir an kardeşlerimi düşündüm, bu dayanılmaz işkenceler karşısındaki feryatlarını ve elim kolum bağlı bir şey yapamayışımı düşündüm. Bir anda çıldırır gibi oldum. Devamını aklıma bile getirmek istemiyorum, midem bulanıyor.

Ben bugün Auschwitz’de bir Yahudi olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamayı denedim. Belki becerdim, belki beceremedim, belki tam hissedemedim, ama en azından denedim, hissetmeye çalıştım. Ve iliklerime kadar dondum.”

Bu satırları okuyunca ben de dondum. Mektubun yazarı Serhan Şimşek’in denediğini, ailesini Polonya’nın toplama kamplarında kaybeden dedem bile denemiş midir, bilemiyorum. Ben deneyemeyeceğimi biliyorum.

Ya şimdi?

“Soykırım” konusu Türkiye’de tarihin karanlıklarında kalmış eski bir konu olmadığına, hâlâ güncelliğini koruduğuna göre, iki önerim var.

Birincisi Yahudi cemaatine.

Yahudi Soykırımı’nı ayrı, istisnaî, tek ve benzersiz bir olay olarak anlatmak, Siyonist hareketin geliştirdiği ve her fırsatta uyguladığı bir taktiktir. Bu sayede, “Biz Yahudiler eşi menendi olmayan bir vahşete uğradık, başka hiç kimse böyle bir felaketle karşılaşmadı, biz farklıyız, her istediğimizi yapma hakkımız vardır, canımızla kazandık bu hakkı” diyebileceğini düşünür. Ve yıllardır demektedir.

Hiç olmazsa Türkiye’de demesek, olmaz mı? Benzersizlik iddiasında bu topraklarda bulunmasak en azından?

İkinci önerim de, birkaç yıldır İstanbul’da Uluslararası Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü’nde düzenlenen törenlere katılan Türkiye devlet ve hükümet erkânına.

Bu törenlere katılışınızın arkasında hiçbir siyasî maksat aramayacağım, söz.

Ama bunun karşılığında siz de, başka ülkelerde gerçekleştirilen bir soykırımın kurbanlarını anmaya vakit ayırdığınız gibi, bu topraklarda 1915’te yaşamını yitiren Ermenileri anmak için 24 Nisan günleri düzenlenen etkinliklere katılsanız. Almanya’nın yaptığının hepsini değil belki, ama en azından birazını yapsanız.

Olmaz mı?