Arşiv Geçmiş Zaman Hikayeleri Göze Çarpanlar

Kanayan yara: Struma Faciası – Ayşe Hür

Kaynak: Radikal

Struma, İstanbul’a sığınmasından tam 72 gün sonra, 24 Şubat 1942 tarihinde, yıllar sonra ortaya çıktığı gibi, onu Alman yolcu gemisi sanan bir Sovyet denizaltısı (SC-213) tarafından batırıldı! Sandallar bölgeye ulaştığında, 769 yolcusundan geriye kalan üçü ölü, dört bedendi…

Geçen hafta gazetelerde “Holokost’tan kaçmak için Köstence limanından Struma gemisiyle Sarayburnu’na gelen ve  72 günün ardından 24 Şubat 1942’de Şile’de batırılan gemide hayatını kaybeden 768 Yahudi ölüme çıktıkları yerde Sarayburnu’nda anıldı” şeklindeki haberler çıktı. Gazetelerin ilgisi olayın kendisine değildi. Her yıl yapılan anmalara, sadece Yahudi toplumunun temsilcileri, mensupları katılırken, bu yıl bir ‘ilk’ gerçekleşmiş ve hükümet adına Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, devlet adına İstanbul Valisi Vasip Şahin de törene katılmıştı. Çelik bir de konuşma yapmıştı. İşte gazetecilerin ilgisini çeken buydu. Ardından alışık olduğumuz üzre, konu unutuldu gitti. Yine unutulacağını biliyorum ama, bu haftayı Struma Faciası’na ayırmaya karar verdim.

Almanya’da Nazilerin iktidara geldiği 1933’ten itibaren Türkiye’de Nazi sempatizanı bir hava vardı ama Alman propagandası esas olarak 1937’de İstanbul Cağaloğlu’nda açılan Alman Enformasyon Ofisi ile etkisini göstermeye başlamıştı. Bu tarihten itibaren gazete ve dergilerde Hitler’e ve onun İtalyan muadili Mussolini’ye selamlar gönderilirken, genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri hedef alan yazı ve karikatürlerde patlama olmuştu. Gerçi aynı yıl, CHP Manisa Milletvekili Sabri Toprak tarafından “Nazilerden kaçan Yahudilerin Türkiye’ye göçünün önlenmesi için” verilen yasa teklifi kabul edilmemişti ama hemen ardından hükümet, dış temsilciliklerine zorunlu olmadıkça Yahudilere vize verilmemesi için talimat vermişti. Ağustos 1938’de bu politika resmileşti ve “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tabi tutulan Musevilerin, bugünkü dinleri ne olursa olsun, Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 Numaralı Kararname çıkarıldı.

PARİTA OLAYI

Katı politikanın ilk provası 8 Ağustos 1939’da İzmir’de yapıldı. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir Limanı’na sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen, 14 Ağustos’ta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldığında, yarı resmî Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti” diye başlık atmıştı. Yine de savaş patladığında tarafsız kalan İspanya ve İsviçre ile birlikte Türkiye, Nazilerden kaçan Avrupalı Yahudiler için kurtuluşa giden nadir kapılardan biriydi.

(Parita, Silivri açıklarında, Şalom gazetesi arşivi)

SALVADOR OLAYI

Ama bu kapının çok da güvenli olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Romanya’nın Köstence Limanı’ndan aldığı 342 Yahudi mülteci ile 12 Aralık 1940’ta İstanbul’a varan ‘yüzen tabut’ namlı Salvador’un (aslında 40 kişi kapasiteli bir tekneydi), bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde, Türk makamları gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi. 13 Aralık tarihinde Silivri açıklarında şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un enkazından tam 219 ölü toplandı. Olayın tanıkları Silivri ve civar köylerde oturanların, kurtulan Yahudilere ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalıştığını, ancak ölülerin soyulmasının önlenemediğini anlatacaklardı. Ölenler Silivri’deki Yahudi Mezarlığı’na (bugün Matematik Bilimleri Araştırma Merkezi) defnedildi. Buz gibi denizden sağ kurtulmayı başaran 123 kişiden 63’ü Bulgaristan’a geri gönderildi, gerisi ise Darien II adlı bir gemiyle 19 Mart’ta Filistin’e ayak bastı. (Silivri Mezarlığı’na gömülenlerin kemikleri 1960’larda İsrail’e nakledildi. 1974’te Kudüs’te sembolik bir mezara gömüldüler.)

Facianın da etkisiyle Türkiye, 30 Ocak 1941’de çıkardığı 2/15132 Numaralı Transit Kararnamesi ile kontrollü mülteci geçişine izin verdi. Ancak Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’dan gelecek mülteci sayısı haftada 60 kişi ve toplamda 4.500 kişiyle sınırlanmıştı. Bu da sevindiriciydi elbette. Mültecilere sunulan tek ayrıcalık, savaş başlamadan önce Filistin’e giriş vizesi elde etmiş, Suriye’den transit vizesi almış ve yeterli paraya sahip olan ve de bileti olanların Türkiye’den daha kolay vize almasıydı, ama bu ‘ayrıcalık’ sadece bir yıl sürdü.

Haziran 1941’de Türk-Alman Dostluk Antlaşması’nın imzalanması üzerine Türkiye’de adeta bayram havası esmişti. Öyle ki Cumhuriyet gazetesi dört gün sonra Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ne saldırmasını “Yeni Bir Haçlı Seferi” başlığı ile kutlamıştı. O günlerdeki havayı Trabzon Milletvekili Faik Ahmet Barutçu’dan öğrenelim:

“Alman-Sovyet Harbi memlekette bir bayram havası vücuda getirmiştir. Herkes birbirini tebrik ediyor. Beş yüz senelik tarihî bir intikamın şevki ve sevinci ile kalpler derhal Alman zaferi için çarpmaya başladı. Öğleden sonra Meclis koridorunda Dışişleri Bakanı Saraçoğlu’na “Siyasi gazanız bir kere daha mübarek olsun” dedim. Saraçoğlu “Hepimizin!” cevabını verdi. Mebuslar birbirlerine: “Bayramınız mübarek olsun” diyorlardı.”

STRUMA FACİASI

Altı ay sonra yaşanacak facia işte bu atmosferin ürünüydü. Olayın başkahramanı, adını Bulgaristan’daki bir nehirden alan Panama bandıralı Bulgar gemisi Struma’ydı. 1867’de İngiltere’nin Newcastle tersanelerinde zengin bir İngiliz için inşa edilmiş, 46 metrelik, 100 yolcu kapasiteli bu ahşap gemi, daha sonra Balkan Savaşları’nda kullanılmış, ardından hayvan nakliyesine tahsis edilmişti. O yıllarda Pandelis adlı bir Yunan’ın Campania Mediteranea de Vapores Limitada adlı acentasına bağlıydı. İşletmecisi ise Yahudi asıllı Doktor Baruh Konfino’ydu. 30 Haziran 1941’de Romanya’nın Yaş (Laşi) şehrinde 14 bine yakın Yahudi’nin Nazilerce katledilmesinden sonra, Romanya Yahudileri için Filistin’e gitmekten başka yol kalmamıştı. Geminin basında çıkan ilanlarında Queen Mary Transatlantiği’nden alınma fotoğraflar kullanıldığı için, 781 yolcu (bugünün parasıyla) yaklaşık bin dolarlık ücreti ödemekte tereddüt etmemişti. Yunan acente, aldatıldıklarını anlayan Yahudileri sakinleştirmek için, kendilerini götürecek geminin karasuları dışında beklediğini söylemişti. İnanmaktan başka çare yoktu.

(Struma Sarayburnu önlerinde)

Yolculuk son derece zor koşullarda başladı. Gemide bir adet tuvalet ve dört lavabo vardı. Su, kovalarla denizden çekiliyor, yüzler güvertede yıkanıyordu. Banyo etmek elbette söz konusu değildi. Çay üç günde bir dağıtılıyordu. Gıda olarak herkese bir portakal, biraz fıstık ve şeker dağıtılmıştı. Isınmak için de portakal sandıkları kullanılıyordu.

Struma’nın motoru Köstence’den ayrılır ayrılmaz sorun çıkarmaya başlamıştı. İstanbul Boğazı açıklarına gelindiğinde dizel motor çatladı. SOS çağrısını alan Türk kurtarma gemisi eşliğinde Struma 15 Aralık 1941’de Sarayburnu civarına çekildi. (Daha sonraki yıllarda çıkan yazılarda geminin Kız Kulesi önlerine veya Haliç’e çekildiğine dair ifadeler de var.) Gemide 769 yolcu vardı. Bunlardan 300 kadarı çocuk, 200 kadarı kadındı. Gemide yeterli miktarda can kurtarma sandalı ve yeleği yoktu. Yangın söndürme cihazı ve telsiz çalışmıyordu. Aydınlatma motoru ve ana motoru ciddi biçimde arızalıydı. Benzin ve yağ yoktu.

Gemiye Türk resmî görevlileri dışında kimsenin çıkmasına izin verilmiyordu. Bu kapsamda gönderilen teknik ekip, geminin motorunu tamire çalışıyordu. Gemiden ayrılmaya da izin yoktu. Gemiden atlayarak kaçan bir genç yakalanıp geri getirilmişti. Çünkü Türk makamları yolcuların gerçek niyetinin Filistin’e gitmek değil, İstanbul’a ayak basmak olduğuna inanıyordu. Britanya ise Filistin’e koyduğu kotaları aşmamak için, Yahudi göçünün yaratacağı sorunları bahane ederek, Türkiye’nin gemiyi geri yollaması için baskı yapıyordu. İngilizler ayrıca gemide Nazi ajanları olabileceğini düşünüyorlardı.

ŞANSLI YOLCULAR

Ancak yine de gemiden kurtulmayı başaranlar oldu. Standart Oil Company of New York (kısaca Socony, şimdiki adıyla Mobil) petrol şirketinin Romanya Müdürü Martin Segall, eşi ve iki çocuğu, şirketin Türkiye temsilcisi Vehbi Koç’un Dahiliye Vekili Faik Öztrak’a yaptığı özel rica sayesinde, gemi Karadeniz’e kovalanmadan çıkarıldılar, ardından Adana yoluyla ülkelerine gönderildiler. İddialara göre Koç, bu yardım sayesinde Amerikalıların ve İngilizlerin Almanlarla ticaret yapanları kaydettiği ‘kara liste’den çıkarılmıştı. Ayrıca Medea Salamovici adlı hamile kadın, kanama geçirdiği için gemiden çıkarılarak Balat’taki Or Hayim Hastanesi’ne kaldırılmıştı.

Bu arada ne ulusal basın ne de uluslararası basın gemidekilerin kaderiyle ilgiliydi. Olay gazetelerde birkaç küçük haberden fazlasına konu olmamıştı. 62 gün süren yazışmalardan sonra katı kalpler biraz yumuşadı ve İstanbul’daki Yahudi cemaatinin ısrarları üzerine, yaklaşık on gün sonra, Yahudi cemaati liderlerinden Simon Brod ve Rıfat Karako’un gemiye çıkmasına izin verildi. 1890’lı yıllarda Rusya’dan Osmanlı ülkesine göçen bir ailenin manifaturacı oğlu olan Simon Brod, cesareti, resmî makamlarla olan iyi ilişkileri ve iş bitiriciliği ile 1933’ten itibaren binlerce Yahudi mülteciyi kurtarmış gerçek bir kahramandı. Brod, tüm zamanını, enerjisini ve servetini bu uğurda harcamıştı.  Brod ve arkadaşlarının girişimiyle Yahudi Komitesi’nin İstanbul Hahambaşılığı’na gönderdiği 10 bin dolar ile yolculara ilk kez sıcak yemek dağıtıldı. O günden sonra geminin günlük iaşesi, parası Yahudi cemaatinden alınmak kaydıyla, Kızılay Cemiyeti’nin İstanbul Şubesi tarafından temin edilmeye başlandı.

Bu arada Britanya makamları yaşı 11 ile 16 arasında olan 28 çocuğa seyahat belgesi verebileceklerini açıkladı. Ama Türk tarafı çocukların gemiden indirilmesini reddetti. Belki de böyle yaparak Britanya’yı zorlamayı düşünüyorlardı ama daha büyük ihtimalle neden, olaya iyi niyetle yaklaşan Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in, o günlerde eşinin vefatı yüzünden izinli olması ve yerine bakan vekilin işi yokuşa sürmesiydi.

GEMİ KARADENİZ’E ÇIKARILIYOR

Hitler’in Yahudilerin imhasına ilişkin ‘Nihai Çözüm’ü açıklamasının üzerinden bir ay geçmişti ki, Britanya’nın da baskısıyla gemiye Karadeniz’e çıkma emri verildi. Kararı duyan çaresiz yolcular, geminin iki yanına üzerinde büyük harflerle “Immigrants Juifs” (Yahudi mülteciler) yazılı bezler asmışlar, tepeye de “Sauvez-nous!” (bizleri kurtarınız) yazılı beyaz bayrak çekmişlerdi. Bunun üzerine 200 kadar polis gemiye çıkıp yolcuları tekme tokat güverte altına soktular. Daha sonra geminin çıpası kesildi, dev bir kılavuz gemisine bağlanarak Karadeniz’e çekildi. Gemi uzaklaşırken, beyaz çarşafın üzerinde şu satırlar okunuyordu: “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!… Kurtarın bizi!…”

Ancak Struma, Şile sahillerine 23 mil uzakta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edildi. Struma, İstanbul’a sığınmasından tam 72 gün sonra, 24 Şubat 1942 tarihinde, saat 02.00’da, yıllar sonra ortaya çıktığı gibi, onu Alman yolcu gemisi sanan bir Sovyet denizaltısı (SC-213) tarafından batırıldı! Kurtarma sandalları bölgeye ulaştığında, Struma’dan ve 769 yolcusundan geriye kalan, üçü ölü dört bedendi. Sağ kurtulan şanslı kişi 19 yaşındaki David Stoliar’dı. Stoliar emniyetteki ifadesinde şunları anlatmıştı:

“Patlamadan birkaç saniye sonra suya çarptım ve yine birkaç saniye sonra su yüzüne çıktım. Havadan tahta parçaları yağıyordu. Gemiyi göremedim, tümüyle yok olmuştu. Su, buz gibi soğuktu ve kadın erkek insanlarla doluydu. Bunlar geminin parçalanan ahşap bölümlerinden dışarıya fırlamışlardı. Anında boğulmuşlardı, ötekilerin pek çoğu da öldüler. (…) Beni fenere götürdüler, yemek yedirdiler ve ertesi sabaha kadar istirahat etmem için yatak verdiler. Fenere bir polis geldi ve beni alıp bir otobüs istasyonuna götürdü. Beni Üsküdar’a götürecek otobüse bindirdi. Üsküdar’da bir ambulans bekliyordu ve beni bir askerî hastaneye götürdü. Tek yataklı bir odaya konuldum. Kapıda her saatte bir polis nöbet bekliyordu ve hekim ile hastabakıcı dışında hiç kimsenin odaya girmesine izin verilmiyordu. (…) El ve ayaklarım donmuş halde hastanede geçirdiğim birkaç günden sonra (…) Emniyet Müdürlüğü’ne gittik.

(…) Polis beni orada iki üç hafta tuttu. Zincire vurulmamıştım, ancak her akşam bir hücreye konuyor ve sabah çıkarılıp ortak alanda durmama izin veriliyordu. Birçok kere altta bulunan sorgulama odasına alınmıştım ve tekrar tekrar nereden geldiğimi ve gemiye ne olduğunu sordular. Neden hapiste tutulduğumu sorduğumda bir Türk vizesine sahip olmayıp, Türkiye’de yasadışı bulunduğumdan ötürü olduğunu söylediler. Her gün yakında bulunan bir lokantadan bana yemek gön- deriliyordu. Bunun İstanbul Yahudi cemaati tarafından organize edildiğini varsayıyorum. Birkaç gün sonra Yahudi cemaatinin gönderdiği bazı elbiseleri de aldım. Nihayet bir öğleden sonra Bay Simon Brod’un beklediği zemin kata indim. Bay Brod bana Struma’nın enkazından sağ kurtulmamın bir mucize olduğunu, ancak bu trajedinin tek tanığı olarak Türk resmî makamlarından sağ kurtulmuş olmamın daha büyük mucize olduğunu söyledi…”

Hükümet Struma’nın batmasıyla ilgili ilk ve son açıklamasını 12 Mart 1942’de yaptı: Türkiye’nin faciada hiçbir sorumluluğu yoktu! Onun tek yaptığı gayrimeşru yollardan Türkiye’ye girmeye çalışanları önlemekti! Emniyet mensupları Yahudi cemaatine “hükümetin bu meselenin kapatılmasını ve bir daha bahsedilmemesini istediğini” söylemişti, onlar da seslerini çıkarmadılar. Olay böylece kapandı.

1990 yılında Umut Sanat adlı bir kuruluş facianın belgeselini yapacağını açıklamış ama arkasını getirememişti. Struma’da büyükanne ve büyükbabasını kaybeden Greg Buxton adlı bir İngilizin batığın yerini aramaya başladığı 2000 yılında, konu tekrar hatırlandı. Ama bazı çevreler bu hatırlayıştan pek hoşlanmadı. Mümtaz Soysal, Çetin Yetkin, Aytunç Altındal, Hasan Ünal gibi bazı yazarlara göre Türkiye’nin bu faciada hiçbir sorumluluğu yoktu. Onlara göre tek suçlu Batı dünyasıydı ve David Stoliar yalan söylüyordu. Bu kesimleri harekete geçiren endişe, uluslararası camiada Türkiye’ye yönelebilecek muhtemel bir eleştiriye karşı gösterilen milliyetçi refleksti.

Nitekim iki yabancı gazetecinin Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde inceleme yapma isteği reddedildi. Bu gerilimden rahatsız olan İsrail, “Türk Hükümeti’nin Nazi Soykırımı’ndan kaçan 100 binin üzerinde Yahudi mülteciye geçiş izni verdiğini” açıkladı. Halbuki sayının en fazla 17 bin olduğu biliniyordu. Türkiye’deki Yahudi cemaati de film çekimi işine oldukça mesafeli davrandı. Gazetecilerin, olayı hatırlayanların yaşadığı umuduyla Hasköy Yaşlılar Yurdu’na yapmak istediği ziyarete izin vermedi. Olaydan 56 yıl sonra, Struma olayına ilişkin şahitliğini bir mektupla İstanbul’da yayımlanan cemaat gazetesi Şalom’a anlatan Heinz Tsiffer’in mektubu bile, nedense gazetede yayımlanmadı. Anlaşılan kimse eski defterlerin açılmasını istemiyordu. David Stoliar, Struma faciasından sonra 72 yıl yaşadı, 1 Mayıs 2014 tarihinde, ABD Oregon’da hayata gözlerini yumdu.

“Çok taraflı bu karartma sayesinde, Türk milli tarih yazımına ‘Struma Olayı’ diye geçen bu facia, hâlâ halkın büyük çoğunluğu için bir meçhul olmaya devam ediyor” diye bitirmiştim yazımı, aşağıda sözünü ettiğim kitabımda. 24 Şubat 2015 günkü anmalara ilk kez hükümet ve devlet temsilcisinin katılması, bu karartmada bir gedik açıldığı anlamına geliyorsa ne mutlu. Britanya ve Türkiye devletlerinin, Struma kurbanlarının hatırasından, yakınlarından, toplumlarından özür dilemesi, doğan zararların az da olsa tazmin edilmesi ve gelecekte bu tür olayların yaşanmaması için Struma faciasının kolektif bellekte yerini alması için çaba gösterilmesi ümidi bile büyük bir kazanım olsa gerek…

Özet Kaynakça

Rıfat N. Bali, “Parita Gemisinin Serüveni”, Tarih ve Toplum, Ekim 2001, S. 214, s. 196-202; Halit Kakınç, Struma, Destek Yayınları, 2012; Çetin Yetkin, Struma, Batılıların Kirli Yüzü, Otopsi Yayınları, 2002 (Kitap 2008 yılında Gürer Yayınları tarafından Struma, Bir Dramın I·ç Yüzü adıyla yayımlandı); Douglas Frantz-Catherine Collins, Death on the Black Sea, Harper Perennial, 2004; Nicholas Bethell, The Palestine Triangle: The Struggle between the British, the Jews and the Arabs 1935-48, Futura Publications, 1980.