Arşiv

Pembe Üçgen Katliamı – Gizem Metin

Resmi tarih, en eski diye bildiğimiz zamanlardan günümüze kadar galip gelenlerce yazıldı. Savaşın galiplerinin veya dönemin egemenlerinin baskın söylemlerini benimseyen tarih yazarlarının önyargısız bir yaklaşıma sahip olduklarını düşünmek güç olsa gerek. Tarih yazımı, tarihçinin dünya görüşünün ve kaydını tuttuğu dönemin söylemlerinin bıçaklarından sağ çıkabildiği ölçüde nesnel olabiliyor.

100,000 erkeğin eşcinsel oldukları için tutuklandığı, 15,000’in toplama kamplarına gönderildiği (ve büyük çoğunluğunun o kamplardan sağ çıkamadığı) bir tarihin aktarımında, bu sayılardan söz edilmemesini “iyi niyetli bir gözden kaçırma” olarak mı değerlendirmeliyiz yoksa bilinçli bir göz ardı, kasıtlı bir ihmalkarlık mı?

1928’de Almanya’da açık 1.2 milyon eşcinsel erkek vardı. Heinrich Himmler (1929-1945 yılları arasının SS –yani Fırtına Birlikleri – önderi) 1937’de SS grup liderlerine eşcinsellikle ilgili yaptığı konuşmada 1 ya da 2 milyon eşcinsel erkek olduğunu tahmin ettiğini söylüyordu. Hesaplarına göre bu sayı, “cinsel gücü yerinde” erkek nüfusunun yüzde 10’una eşitti. Bu da kendi deyimiyle “Alman milletinin yıkımıyla sonuçlanabilecek bir yüzde”ydi.

Nazilerin Eşcinsel Karşıtlığı

Nazi partisi, iktidara geldiği andan itibaren eşcinsellere yönelik sistematik bir kıyım başlattı. Şubat 1933’te Berlin’deki gay kulüpleri kapattı, cinsel içerikli yayımların basımını durdurdu ve eşcinsellerin haklarını savunan örgütleri kapattı. Hız kesmeden “Cinsel Bilimler Enstitüsü”nü basan SS askerleri, enstitüdeki binlerce belgeyi ve kitabı yakarak yok etti. Naziler, tüm sosyal ağları ve destek gruplarını yok etmekle açık eşcinsellere hiç alan bırakmıyor, böbürlenerek söz ettikleri “erkek-devletleri”nin üstün ırkının geleceğine herhangi bir zarar verebilecek “ahlaksız” ve “doğaya aykırı” en küçük davranışa bile mahal bırakmıyorlardı. İmparatorluk Kürtaj ve Eşcinsellik Karşıtı Ofisi’ni kuruluyor, Gestapolar (gizli polisler) eşcinsel olduğunu düşündükleri erkeklerin kaydını tutuyor, gelişigüzel gözaltılar ve tutuklamalar yapıyorlardı. 1935’te Alman Ceza Kanunu’na 175. Madde olarak anılan yeni bir kanun hükmü eklediler. Bu kanun hükmü, eşcinselliği, hayvanlarla cinsel ilişkiye girmeyi, seks işçiliğini ve pedofiliyi yasaklıyordu. Hükümde doğrudan “eşcinsellik” yazmasa da “ahlaka uygunsuzluk” ifadesi sayesinde herhangi bir erkeğin “aktif ya da pasif” olarak başka bir erkekle “cinsel münasebette bulunması” yasaklanıyordu. Aynı yıl hükmü genişletip eşcinsellere sosyal eziyeti de yasal kıldılar. “Sosyal eziyet” muğlaklık barındıran bir tanım. Bu muğlaklığın yansımaları toplama kampları dışında da yaygın işkence ve dışlanma oldu.

Lezbiyenlere gelince… Eşcinsel kadınlar Alman ırkının geleceği için Nazilerce bir tehdit olarak algılanmıyorlardı. Sadece lezbiyenler değil, Almanlarla birlikte olmayan (dolayısıyla üstün Alman ırkının arı devamlılığı ve ahlakını bozmayan) eşcinsel erkekler de nispeten iyi durumdaydı.

Tutuklayıp toplama kamplarına gönderdiklerini –SS askerlerinin atış taliminde hedef olarak kullandıkları – ters pembe üçgenlerle damgalayıp diğer mahkumlardan ayrı bölmelerde tutuyor, onlara kıyasla taş ocağında kölelik gibi çok daha ağır ve aşağılayıcı işler veriyorlardı. Ayrı bölmelerde tutulmalarının sebebinin, Auschwitz komutanı Rudolf Höss “eşcinselliği yaymayı engellemek için” olduğunu yazıyor anılarında. Toplama kamplarına geldikleri ilk andan itibaren askerler tarafından yoğun aşağılamalara maruz bırakılmalarının ve ağır işlerde çalıştırılmalarının sebebini ise hastalık olarak gördükleri cinsel yönelimlerini “düzeltmek” için olduğuna inanıyorlardı. “Düzeltme” uygulamasına kadın seks işçilerle birlikte olmaya zorlamak da dahildi.     

Kamplarda Eşcinseller

Toplama kamplarında işleri düzenlemek için mahkumlar arasından seçilen ve “Kapo” olarak adlandırılan görevlilere “cinsel hizmet”te bulunan bazı eşcinseller diğerlerinden farklı olarak bir nebze koruma ve fazladan yiyeceğe sahip oluyorlardı. Elbette SS askerlerinin vahşiliğinden hiçbir Kapo hiçbir mahkumu koruyamıyordu. Bu “imtiyazlı” mahkumlar genelde genç eşcinsel erkekler arasından seçiliyorlar ve Kapo bu mahkumdan sıkıldığında onu ya öldürüyor ya da eğer iyi günündeyse yerine yeni bir genç mahkum buluyordu.

Eşcinsel mahkumların toplama kamplarında hayatta kalma süresi diğer mahkumlara göre oldukça kısaydı. Bu süreyi nispeten uzatan şeylerden biri hadım edilmekti. Ceza süresini kısaltmak ve daha az işkence görmek için eşcinsel erkekler bu eziyete boyun eğiyorlardı. Diğer gruplara göre toplama kamplarından en az eşcinseller sağ çıktı: yüzde 60’ı hayatını kaybetti. Bu oran siyasi tutuklularda yüzde 41 ve Yehova Şahitleri’nde yüzde 35. Yüzdeler, sayılar dolayısıyla yapmak zorunda bırakıldığımız kıyas tüyler ürpertici olsa da bunların saklı bir gerçeğin verileri olduğunu unutmamak gerek: homofobik, transfobik eziyetlere kulak tıkamak en az o zulüm kadar homofobik ve transfobik.

Naziler ile ilgili yazılmış “büyük eserler”den sayılan ‘Nazi İmparatorluğu / Doğuşu – Yükselişi – Çöküşü’nde yazar William Shirer, 1000 küsur sayfalık eserinde nasılsa eşcinsel erkeklere yaşatılanlardan söz etme ihtiyacı hiç hissetmemiş. Bununla kalmamış, bazı Nazi liderlerinin eşcinselliğini aşağılamış ve caniliklerini bu “ahlaki bozulma” ile ilişkilendirmiş. Eşcinsellere uygulanan tüm bu eziyeti bir çeşit “gözden kaçırma” olarak nitelendirmeye kim cesaret edebilir?

Homofobi ve transfobi yerleşikliğimiz kadar eski. Tarihin kaydını tutanların örtülü olmaya gerek bile duymayan kasıtlı homofobisini ise zulüm görmüş diğerleriyle acılarımızı yarıştırarak değil, mağduriyetimize sebep olan ortak zeminlerde yan yana, sırt sırta durarak aşabiliriz: “Onların anlattıkları gibi değil, bizim tanıklık ettiğimiz gibi yaşandı” diyebilmeliyiz. Zulme, adaletsizliğe, örgütlü devlet şiddetine ve eril şiddete karşı birbirimizden başka dayanağımız pek yok.